27 Temmuz 2011 Çarşamba

Basketbol örneğinden yola çıkarak SPORUN KÜRESELLEŞMESİ

BASKETBOL ÖRNEĞİNDEN YOLA ÇIKARAK

SPORUN KÜRESELLEŞMESİ


Rekabetin olduğu her yerde “seyredenin” var olması doğal bir süreçtir. Yeryüzünde icat edilmiş ve icat edilecek olan tüm sporların da özünde rekabet, devamında seyirci kitlesi ve talep faktörü vardır. Modern olimpiyatların doğuşu ile başlatabileceğimiz küresel spor tarihi, yerel sporların yayılması ve talebin yüksek olduğu sporların küresel hakimiyeti ile sürdürülebilir. Bu çalışmada ise “basketbol” temelli bir anlatımla 21.yüzyıl toplumlarında talep edilen ile talebi belirleyen faktörler arasında gidip gelen bir analiz yapmaya uğraşacağım.


Olimpiyat Fikri ve Sporda Uluslararası Rekabet…

Antik şekli eski Yunan’da yapılan oyunların Fransız soylusu Baron de Coubertin tarafından modernize edilmiş hali ile 1896 dan beri dünya savaşları haricinde her 4 yılda bir yapılan modern olimpiyatlar, uluslar arasında gerçekleşen en önemli spor organizasyonu olma özelliğini bir yüzyıldan fazla süredir korumuştur.

Yaşadığı dönemde, Baron de Coubertin 1870-1871 yıllarında Almanya ve Fransa arasındaki savaşı “neden Fransa'nın kaybettiğini” araştırıyordu. Baron de Coubertin'in düşüncesine göre yenilginin sebebi Fransa'da gerçek anlamda fiziksel eğitimin verilmemesidir. Bunu sporla aşma düşüncesine girer. Ona göre gençlik sadece kapalı sınıflarda değil aynı zamanda, açık havada spor yaparak yetişmelidir. Baron, Fransa’da çağın gerisinde kalan eğitim ve spor kuruluşlarına yeni bir sistem getirmek istedi. Aynı zamanda ülkeleri spor ile daha yakınlaştırarak ve sporla yapılan rekabet ile savaşları önlemenin daha doğru yol olduğunu düşündü.

16 Haziran - 23 Haziran 1894 arasında Paris, Sorbonne Üniversitesi'nde düzenlenen bir kongrede bu düşüncelerini farklı ülkelerden dinleyicilere aktardı. Kongrenin son gününde ilk modern olimpiyat oyunlarının da antik oyunların doğum yeri olan Atina'da, 1896 yılında yapılmasına karar verildi. Oyunları organize etmek için Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) kuruldu. Komitenin ilk başkanı olarak Yunan Demetrius Vikelas seçildi.

Kongrede kabul edilen ilkeler şöyle sıralandı:

1. Olimpiyatlar, eskiden olduğu gibi, her dört yılda bir yapılacak.
2. Olimpiyatlar, Klasik Yunan'da olduğunun aksine, tüm dünya sporcularına açık olacak ve yarışma programı, günün sporlarını içerecek.
3. Yarışmalarda sadece büyükler yer alacak.
4. Amatörlük kuralları, kesinlikle uygulanacak.
5. Olimpiyat organizasyonu "gezici" olacak ve her olimpiyat başka bir ülkede yapılacak.

İlk oyunlar Atina'da 1896'da başarı ile tamamlandı. Toplam katılan sporcu sayısı 250'den az olmasına rağmen, oyunlar o tarihe kadar yapılan en çok katılımlı spor organizasyonu oldu. Ve ikinci oyunların düzenlenmesi için IOC, Paris'i tercih etti.

1896 yılında 15 ülkeden 245 sporcu ile başlayan oyunlar, 2000 yılına gelindiğinde Sidney'de 200'ü aşkın ülkeden 10.500 katılımcıya kadar çıktı. Yine Sidney'de 16.000 gazeteci ve televizyon muhabiri bu organizasyonu takip etti. Bu şekilde oyunlar dünyanın en büyük medya olaylarından biri durumuna geldi. Bugün oyunları 4 milyara aşkın kişinin televizyonlardan izleyebildiği bilinmektedir.

Bir toplumsal mühendislik projesi ile ortaya çıkmış olan bu organizasyonu ilk yıllarda düzenlemek yüksek maliyet ve sorumluluk açısından pesimist bir tavırda kabul edilirken yakın tarihte -20.yy sonu ve sonrası- şehirlerin bu organizasyonu alabilmek için birbirleriyle yarıştığını görmekteyiz. Bu durum basit bir şekilde değişen paradigmalar ve ekonomik mantık ile açıklayabiliriz. Gelişen teknoloji, yapılan mücadeleyi sadece o mücadelenin gerçekleştiği alan ile sınırlı olmaktan çıkarıp dünyanın her yerinden seyir için “ulaşılabilir” yahut daha çağa uygun bir tanımla “tüketilebilir” hale getirdiği için Olimpiyat = Milli gelir artışı yahut küresel reklam denklemi kurulmuştur. Sporun içerisindeki ticarileşme sadece gerçekleştirildiği alan, satılan biletlerden kazanılan para ve izleyenlerin yaptığı konaklama, yeme içme gibi harcamalarla sınırlı değildir. Çok farklı ve asıl üzerinde durulması gereken rekabet “sponsorluk” alanında yaşanmaktadır günümüzde. Yarışan takımlar yahut bireysel olarak sporcular görünürde ülkeleri yahut takımları adına mücadele ediyor görüntüsü verirken arka planda aslında yarışan bir bakıma da firmalardır. “Şampiyonların içeceği” sloganıyla yola çıkan bir içecek firmasının şampiyonlara teklif götürüp onlarla sponsorluk anlaşmaları imzalaması ve bu şampiyonların içeceği tükettikleri –yani firmanın reklamını yaptıkları- süre boyunca yeni şampiyonluklar elde etmeleri gerekmektedir. Olimpiyatlarda 8 altın madalya alan bir yüzücünün kullandığı mayo, bir hafta içinde hem 100 hem de 200 metre koşu yarışmasında iki ayrı dünya rekoru kıran bir atletin kullandığı ayakkabı, tıpkı onu kullanan sporcular kadar “şampiyon” olmuşlardır aslında. Bunun anlamı ise “daha fazla kar” daha fazla müşteri ve yapılan yeni reklam anlayışının başarısıdır.

Futbol asla sadece futbol değildir cümlesinin klişeliğinden sıyrılmış bir çalışma olmasına dikkat etmekle birlikte yine bu cümle kapsamında irdelenebilecek bir başka konuya değinmeden edemeyeceğim ki o da “milli maç” kavramıdır. Bilindiği üzere gerek Avrupa Futbol Şampiyonası gerekse Dünya Kupası maçları için çok farklı düzeylerde bir çok ülkenin ulusal takımı, küresel futbol arenasında boy göstermektedir. Bahsi geçen organizasyonların final bölümünün tüm maçları tıpkı olimpiyatlar gibi daha önce belirlenmiş bir ülkede yapılırken bu turnuvaya katılma hakkı kazanmak için yapılan “eleme grubu maçları” ise katılımcı ülkelerin kendi topraklarında yapılmaktadır. Bu açıdan olaya bakacak olursak Paris kentinde oynanan Fransa-İngiltere milli maçı “bir A devletinin (İngiltere) bir başka devletin –B devleti- (Fransa) egemenlik alanında, onun topraklarında, kendi ulusal çıkarları adına faaliyette bulunması” olarak tanımlanabilir ve bu noktada devreye uluslararası hukuk girmektedir. Bu açık tanım gereği böyle uluslararası bir durumun organizasyonu yahut bu organizasyon sırasında doğacak ihtilafların çözümü için ulusüstü bir kuruluşun varlığı elzemdir. İşte bahsettiğimiz bu ihtiyaçlardan doğan ve sözü edilen Avrupa ve Dünya şampiyonalarını organize eden kurumlar olan UEFA ve FIFA vücuda gelmiştir. İhtilaflar içinse her federasyonun kendi komiteleri olduğu gibi bu federasyonların da üzerinde olan CAS karşımıza çıkmaktadır.

Ulusal müsabakaların ekonomik boyutları ele alındığında ise yine futboldan yürümek gerekirse iki örnek çarpıcı ve aydınlatıcı olacaktır. İlki İngiltere ulusal futbol takımının ön eleme turlarında başarısız olup Almanya’da düzenlenecek 2008 Avrupa Futbol Şampiyonasına katılamayacak olmasının yarattığı ekonomik kayıptır. Aslında turnuvanın kendisi için de bizzat kayıp olan İngiltere’nin olmayışı hemen bir teorik çerçevede “ekonomik” hesaplar üzerinden bir analize tabii tutulmuş, nereden bakılırsa 8 milyon poundluk bir kayıptan söz edilmiştir. Buradaki “kayıp” kelimesi bizi yanıltmasın. Bu beden “başarısız” olduğu için ülkenin cebinden çıkan bir para değil aksine başarılı olacağı varsayımıyla yapılan yatırımların bir hayal olarak elde kalmasıdır. “Futbolun beşiği” olarak adlandırılan bir ülkenin dünyanın en büyük ikinci futbol organizasyonunda olmayışı sadece ekonomik değil prestij açısından da zedeleyici olmuştur. Üstelik bu tipte turnuvalar genç oyuncuların kendini ispatladığı, tecrübelilerinde değerine değer kattığı ve “kendi piyasasını” oluşturduğu, daha açık bir tabirle bonservis bedelini ikiye üçe katladığı turnuvalardır. Futbol tarihi, ulusal takımında gösterdiği üstün performans ile dikkati çeken ve Avrupa’nın büyük kulüpleri tarafından milyon dolar ödenerek transfer edilen futbolcu örnekleriyle doludur.


Bir Örnek Olarak Basketbol ve Küreselleşme…

Bu noktaya kadar genel bir perspektif sunmaya çalıştığım spor ve küreselleşme ilişkisinde şimdi daha özel bir boyuta inerek detaylı bir süreç analizi ile bir sporun yayılışını ve bu yayılma sırasında içinde barındırdığı unsurları gözünüzün önüne sermeye çalışacağım. Bunu yaparken seçtiğim spor ise icat edildiği günden kısa bir süre sonra önce tüm ülkeye sonra da 1 yaşını doldurmadan sınır ötesine yayılan “en çabuk küreselleşen” spor olarak gördüğüm basketbol olacaktır.

İcat edildiği tarihten bir asır sonra Amerikan hegemonyası ile eşdeğer tutulan küreselleşme süreci ile müthiş paralellikler arz eden basketbol hakkında gelişim süreci analizine başlamadan evvel günümüzde “yayılma” ve “etki” dediğimiz şeyi örnekleyecek harika bir hikaye sunmak istiyorum:

“ Amerika’nın etkilerinin nereye kadar uzanmış olduğunu bir üniversite öğrencisi olan Max Perelman 1997’nin Ocak ayında Çin’in uzak diyarlarına yaptığı bir gezi sırasında fark etti. Hava şartları nedeniyle Pekin’den 1500 kilometre uzaktaki Batı Si-çuan’da mahsur kalmıştı. Başkentleri Lhasa’ya doğru yol alan bir grup Tibetli ile karşılaştı. Tibetliler daha önce hiç köylerinden bu kadar uzağa seyahat etmemişlerdi. Hayatlarında fotoğraf makinesi gibi bir şey görmedikleri besbelliydi. Heybelerinden çıkardıkları ne olduğu belli olmayan bir hayvanın neredeyse çiğ, kanlı pirzolalarını Perelman ile paylaşırken, Amerika ile ilgili konulardan bahsetmeye başladılar. Bir Tibetli, Michael Jordan’ın nasıl olduğunu sordu.

Bu yolcuların nasıl olup da Chicago Bulls (Chicago Boğaları) profesyonel basketbol takımının yıldızını tanıdıkları pek anlaşılmamakla beraber, onun hakkında her şeyi bilmeleri şaşırtıcı olmasa gerekti. Jordan, dünyanın en ünlü ve en çok tanınan sporcularından biriydi. Jordan ve Asya’da “Kızıl Öküzler” adıyla bilinen takımı, basketbol şampiyonlukları nedeniyle ün kazanmıştı. Fakat Jordan bir başka nedenden ötürü de ünlüydü: O , televizyon reklamlarında havada sanki sonsuza dek uçarcasına süzülüp, basket toplarını zahmetsizce ve birbiri ardına potalara çakan ve bu arada da Nike’ın spor ayakkabılarını satan süper bir insandı. Uydu ve kablo gibi yeni iletişim teknolojileri sayesinde bu büyüleyici reklamlar tüm dünyayı sarmıştı. 1980’lerde Jordan göz kamaştıran kariyerine başlayıp, Phil Knight Nike şirketini milyonlarca dolar değerinde ulus ötesi bir kuruluşa dönüştürürken, iletişim devrimi de gayet mükemmel bir şekilde küresel ticaretin kullanımına sunuluyor ve Knight da kurnazca bu yeni medyayı spor ayakkabılarının pazarlandığı bir markete dönüştürüyordu. Jordan’ın ünü öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, 1992 olimpiyatlarındaki bir basın konferansı sırasında kendisine bir tanrı olup olmadığı sorulunca mahcup oldu. Time dergisi “Michael Jordan tanrı ise, onu tanrı katına çıkaran da Phil Knight’tır” diye yazıyordu.”

Dünya üzerindeki Amerikan hegemonyasını sadece silahlı güç ile açıklamak mümkün olmaz. İşin bu noktasında sert gücü herkes bilir . Askeri ve ekonomik gücün çoğu zaman başkalarının pozisyonunu değiştirebildiğini biliyoruz. Sert güç, kandırmalara (havuç) veya tehditlere (sopa) dayanabilir. Fakat bazen istediğiniz sonuçları somut tehdit ya da para kullanmadan da elde edebilirsiniz. İstediğinizi elde etmenin dolaylı yoluna bazen “gücün ikinci yüzü” denir. Bir ülke, dünya siyasetinde istediği sonuçları elde edebilir; çünkü onun değerlerine hayran olan, onu örnek alan, refah seviyesine ve fırsatlarına özenen diğer ülkeler, onu izlemek isterler. Dış politika ve hegemonyanın değişen araçları konusundaki bu evirilme ile alakalı olarak 1997’de Fransa’nın dışişleri bakanı Hubert Vedrine şöyle diyordu: “ABD, başka bir gücün elinde bulunmayan varlıklara sahip olan bir ülkedir. Bu varlıklar, Amerika’nın siyasal nüfuzunu, doların dünya pazarlarındaki hakimiyetini, iletişim ağlarının kontrolünü, hayal fabrikaları (Hollywood ve televizyon) ve yeni teknolojileri… kapsamakta e gerçekten emsali görülmemiş bir durum yaratmaktadırlar.”

İşte bu emsali görülmemiş durumun yaratılma sürecinde basketbolun rolünü irdelemek için ilk önce gerilere, 1891 yılına uzanmamız gerekmektedir.


Naismith Efsanesi: Diğer bir deyişle basketbolun icadı…

Başlıca spor dallarının pek çoğunun başlangıcı belirsizdir. Ancak basketbolun başladığı tarih kesin olarak bellidir ve ayrıntısıyla anlatılabilir. Basketbolun benzersizliği yalnızca bundan ibaret değildir. Hiçbir spor dalı bu kadar popüler olmamış ve bu kadar hızlı ticarileşmemiştir.

Aslında James Naismith kasaları dolduracak bir oyun icat etmek niyetiyle yola çıkmamıştı. Kanada doğumlu bu öğretmen, yalnızca Springfield Koleji’ndeki işinden olmamak için girişmişti buna. Müdürü Dr.Luther Gulick, futbol ve beyzbol sezonları arasında gençleri beladan uzak tutmak için bir şeyler yapmasını buyurmuştu. Sınıftaki gençler neredeyse gemi azıya almış haldeydi; okuldaki iki öğretmen bu çocuklarla uğraşmayı kesinlikle reddetmişlerdi.

Massachusetts’deydiler; yeni bir kış sporunun yapılacağı yerin kapalı bir saha olması gerekiyordu. Naismith’in çözümü (Gulick’in de dediği gibi) “hem ruh, hem de bedenin” ihtiyaçlarına cevap vermeli, öğrencilerin adrenalin seviyelerini özellikle dikkate almalıydı; çünkü Springfield Koleji, dünya çapında misyonerlik etkinlikleri olan YMCA üyelerinin eğitildikleri bir okuldu.

Naismith ilk önce futbolun ve lakrosun değişik versiyonlarını denedi. Ama kapalı sahada bu oyunlar çabucak kontrolden çıktılar. Çaresiz kalan Naismith yeni bir oyunun kurallarını yazmaya başladı. Bu oyunda topa vurmak veya (lakrosta olduğu gibi) topla beraber koşmak olmamalı, top elden ele geçirilmeliydi. Takımlar dokuz kişilikti , çünkü Naismith’in sınıfında 18 öğrenci vardı. Yer oyunlarındaki gibi kaleye erişebilmek için birbirleriyle kolayca itişip kakışmasınlar diye, pota oyunculardan çok yükseğe yerleştirilmişti. Yakınlardaki bir meyve bahçesinden alınan şeftali sepetleri pota yapılarak 3 metre yüksekliğe yerleştirildi (ve öyle kaldı), çünkü spor salonunun balkonu, Naismith’in potaları bağlayabileceği en kolay yerdi.

Bu oyunun ne kadar yeni olduğu tartışılabilir. Tarihçiler, iki bin yıl kadar önce Aztek ve Mayaların büyükçe bir topu sahanın iki yanına konulmuş halkalardan geçirerek oynadıkları bir oyun keşfettiler. Bu oyunda kaybeden takımın lideri bazen tanrılara kurban edilirdi. Naismith’in Doğu Kanada’da doğup büyüdüğü yer olan Abnaki’de ise şişme bir topun havada tutulmaya çalışıldığı bir başka oyun oynanırdı. Fakat şimdiye kadar, Naismith’in bu eski zaman sporlarını bildiğine dair bir kanıt bulunamadı.

Naismith’in ilk oyuncularından biri tarafından “Basket Ball” (sepet topu) adı verilen oyun çabucak yayıldı. Naismith oyunu ortaya çıkaralı henüz bir hafta olmuştu ki, seyirciler bu yeni oyunu seyretmek için toplanmaya başladı. Tezahürat bayan öğretmenlere de çekici gelince, hemen oyunu genç kızlara da öğrettiler. Basketbolun ortaya çıkışından üç ay kadar sonra bayanlar turnuvası başladı. Okullar arası ilk karşılaşma 1893’te Massachusetts’teki Smith College’de yapıldı. Smith’li kız öğrenciler oyunu ilk öğrendiklerinde, rektörden başka bir erkeğin oyunları izlemesine izin verilmiyordu. Narin bayan sporcuları izlerken, ancak onun yaşında ve saygınlığında biri kendini olmadık düşüncelerden sakınabilirdi(!).

Smith College’in bayan yıldızı Maude Sherman, Naismith ile evlendi. Fakat o ve takım arkadaşları kocasının koyduğu kurallara göre oynamadılar. Kadınların fiziki mücadeleye alışkın ve hatta uygun olmadığına inanan organizatörler, bayan sporcuları korumaya çalıştılar. Kız takımlarında dokuz oyuncu bulunması ve üç oyuncunun üçe bölünmüş oyun alanının bir bölümünde beklemesi koşulunu getirdiler . İki yarı sahalı, altı oyunculu bayan oyunları 1938’e kadar ortaya çıkmayacaktı. 1896 yılına gelindiğinde California bayan takımları yüzlerce bayan seyirciyi oyunlara çekmeyi başarmıştı. Bu maçlardan birinde Stanford takımı Berkeley’i 2-1yenmişti .


Yayılma ve Ticarileşme…

1890’larda YMCA basketbolu benimsemiş ve Kuzey Amerika’nın her tarafına yaymıştı. Daha 1892 yılında Brooklynliler ateşli birer basketbol hastası olmuştu. Philadelphia’da ise basketbol tüm spor salonlarını işgal edecek hale gelmişti. Seyirciler, özellikle hakemler hoşlarına gitmeyen kararlar verdiklerinde, saldırganlaşıyorlardı. Tarihçi Keith Myerscough’ın belirttiği gibi, YMCA yetkilileri Naismith’in yarattığı “Frankenstein canavarının belirli çevrelerde kargaşa yarattığına” inanıyor ve geri adım atıyorlardı. Fakat canavar daha da büyüyecekti.

Ve daha girişimci olacaktı. 1896 yılında New Jersey’nin Trenton takımından bazı oyuncular, maçlara giriş ücreti alarak bu spordan para kazanabileceklerini keşfettiler. Her oyuncu oyun başına on beş dolar aldı; 1890’ların ortalarındaki ekonomik çöküntü sırasında bu oldukça yüklü bir miktardı. Brooklyn takımını 6-1 yendikten sonra Trenton takımı kendisine “Dünya şampiyonu” unvanını vererek bir Amerikan geleneğini başlattı. İki yıl içerisinde tam bir profesyonel lig doğdu. Varlığını 1903 yılına kadar sürdüren lig, altı New Jersey ve Pennsylvania takımından oluşuyordu. Görünüşe bakılırsa basketbol, insanları selamete eriştirdiği gibi para da kazandırıyordu. Naismith’in YMCA’daki eski amiri Gulick için bu haddinden fazlaydı. “Spordan para kazanmak insanları yozlaştırıyor” diye feryat ediyordu; “düşük ahlaklı insanların sahaya çıkmasına yol açıyor” diyor; YMCA, kendi spor salonlarında Trenton takımının oynamasına artık izin vermiyordu.

Fakat YMCA’nın tutumu artık pek fark etmiyordu. Basketbol yalnızca oyun başına takımların aldıkları bilet ücretlerinden değil, spor malzemesi üretiminden de kar ediyordu. Örneğin Albert Spalding 1890’larda beyzbol eldivenleri, topları ve sopaları üreterek zengin olmuştu. Spor dünyasının John D.Rockefeller’ı olmayı hedefliyordu. Rockefeller dünya petrol endüstrisini petrolün sondajından satışına kadar nasıl amansızca birleştirmişse, Spalding de spor malzemeleri piyasasını öyle birleştirmiştir. Malzemelerin kendi fabrikalarında üretiminden, sayısı yirmi bini aşan perakendeci müşteride satışına kadar tüm sektörü birbirine bağlamış, hatta Rockefeller’a fark bile atmıştır. Takımlar hakkında bilgi vermesinin yanı sıra, oyuncuları ve seyircileri kurallar konusunda eğiten on binlerce kitap basıp dağıtmıştır. Kitaplardaki kuralların Spalding spor malzemesini gerektirmesi sürpriz olmasa gerekti. Naismith’in futbol topuna benzeyen topu, şişme (ve bugünkü basket toplarından biraz daha irice olan) basket toplarına yenik düşerken, Spalding de, günümüz oyunlarında standart olan bu yeni topları gayet akıllı bir biçimde üretip sattı.

Basketbol uluslararası nitelik kazanmaya başlamıştı. 1891’deki Springfield College maçından 2 yıl sonra, bir YMCA öğretmeni bu sporu Fransa’ya tanıttı. O yıl, İngiliz bayanlar tarafından da oynanmaya başlamış olan basketbol, bundan bir yıl önce de erkekler arasında oynanmaya başlamıştı. 1894’te YMCA misyonerleri Çin ve Hindistan’daki ilk karşılaşmaları yönettiler. Kısa bir süre sonra bu ülkelere İran da katıldı. Kanada hem Springfield Koleji’nin ilk takımlarında da oynayan birçok oyuncuyu, hem de oyunun mucidini yetiştirmişti.

Buna rağmen basketbol, Michael Jordan sahneye çıkana kadar tam manasıyla uluslararası bir olay haline gelmeyecekti. İlk yıllarında genellikle bir Amerikan sporu olarak kaldı. Kanada ve Batı Avrupa’da pek yaygın değildi. Daha açık söylemek gerekirse bir Amerikan kent sporuydu. Bir söylentiye göre dripling (paslaşmak yerine) ilk olarak Philadelphia sahalarında 1890’ların sonlarına doğru ortaya çıktı. 1890 ve 1914 yılları arasındaki göç dalgalarıyla ABD’ye gelenler bu sporu şehirlerdeki göçmen evlerinde, YMCA’da, hatta dini ibadet yerlerinde keşfettiler. Yeni gelenler için bu oyun adeta biçilmiş kaftandı. Şehrin küçük arsalarında oynanabiliyordu. Oyuncuların bir pota ve bir toptan başka bir şeye ihtiyaçları yoktu. New York’taki turnuvalarda Yahudiler baskın çıkmaya başlamıştı. Amerikan Yahudileri’nin dediği gibi bu spor, her şey bir yana, “şimşek gibi hızlı düşünmeyi, hareket etmeyi ve dayanıklılığı öngörüyordu; zorbalık ve kaba kuvvete gerek yoktu.” Ayrıca göçmenlerin gözünde tartışılmaz şekilde bir Amerikan oyunuydu. Ted Vicent’ın gayet güzel özetlediği gibi, “basketbol, Franklin Roosevelt’in Yahudileri, Katolikleri ve Siyahları birleştiren (1930’lardaki New Deal siyaseti bağlamında) yeni kent koalisyonunun sporuydu.

Yıllar ile birlikte basketbolun kuralları oyunu daha hareketli, eğlenceli ve çekici kılmak adına sürekli revize ediliyordu. Örneğin potalar artık tahta karelere bağlanıyorlar, bu tahta levhalar oyunculara çok daha zor açılardan basket yapabilme olanağı tanıyordu. Ayrıca bu kural ve teknik gelişimlerin yanı sıra oyuncular da oyun içindeki bazı yöntemler ile bu gelişime katkıda bulunuyordu. Özellikle batı sahilinden gelenler, topun iki elle tutulduğu, dikkatlice planlanmış, zaman kaybettiren ve alışılagelmiş atışlar yerine, meydan okurcasına, çabucak ve tek elleriyle atış yapmaya başladılar. 1930’ların sonunda bu tip bir çok değişiklik ve yenilik basketbolun en popüler spor haline gelmesine yardım etti. 1940’ta Time dergisine göre basketbol, yetmiş bin takım ile Amerika’nın en yaygın sporuydu. İkinci Dünya Savaşının getirdiği uzun ve zorlu bir sürecin sonunda 1946’da modern profesyonel basketbol doğdu. On yıllık ulusal basketbol ligi NBL , kendisini yeni bir lig ile karşı karşıya buldu: Amerikan Basketbol Birliği BAA . Bu yeni profesyonel lig üç yönden daha güçlüydü. Birincisi takımların sponsorluğunu spor salonu sahipleri yapıyorlardı. Salon sahiplerinin hem parası hem de oyunculara tahsis edebilecekleri çekici salonları vardı. İkincisi seyirci katılımının ve medya ilgisinin yoğun olduğu büyük şehirlerdeydiler. Üçüncüsü de NBL yıldızlarını para ile kendilerine çekiyorlardı. NBL sonunda teslim oldu. İki lig birleşerek (1949) yüzyılın geri kalan bölümünde profesyonel basketbol sporunu şekillendiren Ulusal Basketbol Birliği’ni (NBA ) oluşturdular.

1952 yılında Dumont Television Network profesyonel bir karşılaşmayı yayınlayan ilk kanal oldu ve ertesi sene yani 1953-54 sezonunda NBA yönetimi organizasyonun sekizinci yılında ilk kez bir ulusal televizyon kontratı yapıyor ve yayın hakkı ilk maçı da yayınlamış olan Dumont Television Netvork firmasına veriliyor. Bundan iki yıl sonra oyuna 24 saniye kuralı getirilerek oyun çarpıcı bir şekilde hızlandırılıyor. Artık topa sahip olan takım oyunu yavaşlatamıyor ve önde olduğu zamanlarda oyunu ağırdan alamıyordu; yirmi dört saniye içinde topu elden çıkarması gerekiyordu. Hızlı oyun ve kameraların kolayca kaplayabildikleri sınırlı oyun alanı, kendisini TV’ye çoktan sevdirmişti bile. 60’larda ve 70’lerin başında NBA popülerlik ve kar açısından yeni zirvelere ulaştı. Taraftarlar merakla ve hevesle sahadaki “kişisel çekişmeleri” takip etmeye başladı. Özellikle iki siyahi Amerikalı – Boston’ın Bill Russel’ı ve Philadelphia’nın 2,15 lik Wilt Chamberlain’i- arasındaki yoğun çekişme ilgi çekiyordu. Wilt Chamberlain, Russel tarafından tutulmadıkça ligin en çok sayı yapan oyuncusuydu. Dünya siyasetinde ve kültüründe değişen zihniyet basketbola da yansıyor, hem oyun hem seyir açısından “bireysellik” ön plana çıkıyordu. 1970 ve 80’lerin başı siyahi oyuncular üzerinden dönen tartışmalarla geçiyordu. Siyahi Amerikalıların okullar arası ve profesyonel basketbolda neden baskın oldukları sorgulanan bu tartışmalarda 80’lerin profesyonel takımlarında oyuna başlayan ilk beşin %80 i siyahken, 87-88 lere gelindiğinde bile toplam yirmi üç NBA takımında siyahilerden yalnızca dört koç ve iki menajerin görev yapmakta olduğuna dikkat çekiliyordu. Bu söylem, üstü kapalı olarak “siyahi Amerikalıların spora yatkın olduğu, ancak yöneticiliğe uygun bir beyine sahip olmadığı şeklinde” savrulan ırkçı bir yaklaşımın dışavurumuydu. Üstelik bu söylem, köleliğin fiziki olarak zayıfları elediği ve bir asır sonra üstün sporculara yol açtığı gibi yanlış temeller üzerine kurulu bir fikri ve beyazların, “siyahlar fiziken üstün olabilir ama zeka açısından biz üstünüz” yolundaki kalıplanmış düşüncelerini ve görüşlerini de pekiştiriyordu. Oysa siyahi yıldızlarıyla UCLA ’da on bir ulusal şampiyonluk kazanan koç Wooden şöyle diyordu: “Bence siyahiler sporda ilerleme konusunda biraz daha hırslılar. Çünkü diğer alanlar kendilerine yeterince açık değil.” Öyleyse sorunun cevabı siyahi Amerikalıların farklı kemik yapısında yahut “doğal seçilim sürecinden geçmiş” kusursuz ve üstün bedensel yeteneklerinde değil, Amerikan toplumunun siyah ve beyazlara sunduğu olanakların arasındaki farkta yatıyordu. Tüm bu ırkçı tartışma ortamına bir de organizasyonun en sıkıntı çektiği konu olarak oyuncuların özel hayatları ve artan uyuşturucu kullanımları eklenince NBA’in geleceği tehlikeli gözüküyordu.

NBA kulüplerinin en az on tanesi ya satılık ya da iflasın eşiğindeydi. Yalnızca altı tanesi kar ediyordu. Bir kulüp yetkilisi “televizyonda iri yarı, zeki ve milyoner siyahları seyretmek isteyecek yeterli sayıda izleyici bulmak çok zor” diyordu. Newsweek’in vardığı yargı ise basitti: “NBA, sporu yüzüne gözüne bulaştırmıştı.”


Basketbolun Küreselleşmesinde Kare As Tamamlanıyor…

David Stern – Michael Jordan – Phil Knight – David Falk

Sonra yeni bir dönem başladı. Yeni atanan NBA yetkilisi David Stern genç bir avukattı. Stern, oyuncular ve kulüp yönetimleri arasında 1983 anlaşmasının kotarılmasını sağladı. Bu anlaşma sporcu ücretlerine bir üst sınır getiriyor ve böylece de (genellikle küçük medya pazarlarında kurulmuş olan) daha fakir takımlara oyuncular için rekabet etme, dolayısıyla ayakta kalma şansı tanıyordu. Ayrıca Stern uyuşturucu kullanımına karşı sert bir politika izledi. Sorunlu oyuncuların bağımlılıktan kurtulmasına yardım ediliyor, fakat uyuşturucu yasağını sürekli çiğneyenler ligden atılıyordu.

1984’te Jordan, Chicago Bulls’a katıldı. Bulls, ülkenin en parlak medya pazarlarından birinde olmasına karşın NBA’e çok az katkı yapmış, sürekli kaybeden, silik bir takımdı. Jordan’ın ortaya çıkışı, Naismith’in rüyalarıyla başlayan; Harlem “Rens” in çelik gibi disiplini, Julius Erwing’in zerafeti ve 1979 sonrasında Los Angeles’ın seyrine doyulmayan Magic Johnson’ıyla Boston’un Larry Bird’ü arasındaki siyah-beyaz rekabeti ile devam eden uzun bir gelişim sürecinin zirve noktası oldu. David Stern’in liderliğinde bu uzun tarih, şimdi insanların spora ilgisinin ve Amerika’nın ulusötesi şirketleriyle bazı sporculara muazzam karlar sağlayacak olan yeni küresel teknolojinin sağladığı sınırsız olanaklardan yararlanma yolunda ilerliyordu.

Michael Jordan'ın tam bir pazarlama harikasına dönüşmesini sağlayan iki insan var: David Falk ve Phil Knight.

Eski bir profesyonel tenis oyuncusu ve 1975 mezunu bir hukukçu (George Washington Üniversitesi) olan Falk, 1970'li yıllardan itibaren NBA yıldızlarının menajerliğini yapmaya başladı. 1976 (John Lucas) ve 1981 (Mark Aguirre) NBA Draftı'nda bir numaradan seçilen oyuncular ile sözleşmeler imzaladı. Falk'un çalıştığı ProServ Hukuk Bürosu, sporcuları yalnızca sözleşme pazarlıkları esnasında değil; promosyon anlaşmaları sırasında da temsil eden ilk profesyonel ajanstı o yıllarda. Falk, North Carolina'dan mezun olan Tom LaGarde, Phil Ford, Dudley Bradley ve James Worthy gibi yıldız isimlerle beraber çalışmıştı.

1970'ler sonu ve 1980'ler başında birçok firma, kendilerini siyahî sporcuların temsil etmelerini istemiyordu. Söz konusu dönemde yalnızca Kareem Abdul-Jabbar, altı haneli bir sponsorluk anlaşmasının altına imza atabilmişti (Adidas, 100.000 $). Daha sonra ise -1982 yılında- David Falk'un menajerliğindeki James Worthy, New Balance firmasından sekiz yıllık anlaşma için 1,2 milyon dolarlık bir kontrat kapıyordu. David Falk, 1984 senesinde Michael Jordan ile anlaştı. Eğrisi doğrusuna denk geldi adeta. Sponsorluk başlığının daha da büyümesi ve tüm bunların bir oyuncu önderliğinde yapılması gerektiğini düşünüyordu, Falk. Nike'ın sahibi Phil Knight, servetini ve şirketini büyütmek isterken; Şubat 1984'te NBA Komiserliği'ne getirilen David Stern de profesyonel basketbolun dünya çapında tanıtılabileceğine ve ortaya kârlı bir iş çıkabileceğine inanıyordu. Böylece kare as tamamlanıyor ve M.J. üzerinden NBA kendini yeniden “var ediyor”du.

Nike, Michael Jordan ile anlaştı. Nike ve Jordan'ı bir araya getiren isimdi, David Falk. Nike ve Wieden & Kennedy, yine siyahî bir yıldız ile imparatorluklarını büyütme imkânı yakaladılar.

ABD'li sinema yönetmeni Spike Lee, 1986'daki ''She's Gotta Have It'' adlı filminde baş aktör olarak Mars Blackmon karakteri ile boy gösterdi. Blackmon, Michael Jordan'ın büyük bir hayranıydı. Ve her gece yatağına, o dönem Jordan'ın tanıtımını yaptığı, Nike marka spor ayakkabıları ile giriyordu. Spike -Mars ve Michael'ı bir araya getiren- 1980'lerin en popüler reklamlarını yaptı. Bu dönemde Jordan ismiyle piyasaya sürülen ''Air Jordan'' ayakkabıları, adeta yok sattı. 1987 yılında ise Nike, David Falk ile yedi yıl için 18 milyon dolarlık bir kontrat imzaladı. Phil Knight, satılan her Air Jordan ayakkabısından Michael Jordan'a isim hakkı vermeyi de kabul ediyordu.

Nike, müthiş bir strateji ile ilerliyordu yoluna. Jordan sonrasında, Charles Barkley ile anlaşılmıştı. ''I'm Not A Role Model'' kampanyanlarında yine Nike ve Wieden & Kennedy işbirliği vardı. Diğer yandan; Michael Jordan'ın örnek sporcu karakteri, Nike'ın önemli kozlarından biri olarak reklam kampanyalarında kullanılmaya devam ediyordu. Nike, o dönem olumlu figürlerden olan beyzbol ve futbol yıldızı Bo Jackson ile de anlaştı. 1991 yılında yapılan bir anket sonucunda Michael Jordan ile Bo Jackson'ın dünya üzerindeki en popüler sporcular olduğu gerçeği çıkıyordu ortaya. Ve hiç kuşkusuz bu, yalnızca çok başarılı birer sporcu oldukları için değildi.

Jordan, Nike sonrasındaki kariyerinde, Coca Cola, Chevrolet, Gatorade, McDonald's, Ball Park Franks, Rayovac, Wheaties, Hanes ve MCI gibi şirketlerle de çalıştı. Looney Tunes karakterleri ile iletişim hâline kalan Jordan, 1996 yılında ''Space Jam'' adlı sinema filminde rol aldı. Film, 230 milyon doların üzerinde gişe hasılatına sahip oldu.

Michael Jordan, her sezon yalnızca sponsorluk anlaşmalarından dolayı, 40 milyon dolardan fazla gelir elde etti. Ayrıca Chicago Bulls, tüm maçlarını kapalı gişe oynadığı için, Jordan'a olan minnetini senede 33-36 milyon dolarlık kontratlarla göstermek istedi. Bulls'taki son sezonunda 36 milyon dolara imza atan Jordan, Amerikan sporları tarihinde -bir sezon içerisinde- en fazla ücret alan oyuncu oldu.


İletişim Teknolojileri: Uydu yayınları…

“Şimdi her yerde bir spor yaşantısı var” diye gözlemde bulunuyordu Knight: “Anında her şeyi kuşatıveriyor, hemen yanı başında, beşikten mezara kadar… ve bu bir dünya kültürü.” Kayda değer bir iddiaydı bu: Spor, dünya üzerindeki insanları birbirine bağlayan bir kültürdü. İkna edici birkaç delil de gösterilebilirdi. İlk delil Michael Jordan’dı. “Böyle bir şey olabileceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim” diyordu. Lise sonda ve üniversite yıllarındayken popüler olmuştu ama “ulusal çapta –ya da istesem bile dünya çapında- ünlü olabileceğimi hiç düşünmemiştim.”

1970’lerde kablolu tv ve iletişim uyduları gibi nefes kesen teknolojik ilerlemeler bu sporun hitap ettiği kitleyi genişletecek ve pazarın önünü açacaktı. 1936’da Hitler Almanya’sında düzenlenen olimpiyatlar, televizyondan yayınlanan ilk büyük spor olayıydı. Bu görüntüleri 150.000 kadar insan izleyebilmişti ama yalnız Berlin içinde. O günkü teknoloji sadece bu kadarına izin veriyordu zira. Fakat 50 yıl sonra DBS sistemi sayesinde NBA maçlarının yayını ülke sınırlarını aşmaya başladı. Özellikle Jordanlı Bulls’un maçları ilgi çekiyor, bu maçlar 93 ülkeden izlenebiliyordu. İlk DBS, 1974 yılında NASA tarafından yerleştirildi. NASA 1969’da aya ilk insanı göndermişti, ama DBS’nin dünya insanlarının günlük yaşantısına etkisi, insanoğlunun aya adım atmasının etkisinden kat be kat büyük olacaktı. Bu yeni iletişim sistemi, para bastıkça (reklamcılık açısından müthiş bir ulaşılabilirlik yaratıyordu) sihirli bir yazarkasayı; devletlerin düzenlemelerini ve coğrafi sınırları paramparça ettikçe de bir dinamiti andırıyordu. NBA maçlarını ve Jordan’ı dünyanın tecrit edilmiş uzak köşelerine bile götüren de işte bu sistemdi. Üstelik sadece Jordan’ı ve sportif başarılarını değil sponsorlarını ve üzerindeki her şeyi –ayakkabısı, içeceği, arabasının markası, vs- gittiği tüm ekranlara götürüyordu. Nike firması da aynı araçlar sayesinde karına kar katarak dünyada egemen bir spor markası oluyordu. Swoosh adı verilen, sonu biraz daha uzun “tik” şeklindeki logosu ve “just do it” sloganı adeta bir ülkenin bayrağı ve milli marşından daha akla kazınmış bir simge haline geliyordu. Jordan Nike marka yeni ayakkabılarını giydiğinde NBA bu ayakkabıları fazla renkli buldu ve yasakladı. Bu Nike’ın işine gelmişti çünkü kurulu düzene karşı reklamlar istiyorlardı. Zaten ilk zamanlarda atletlerle sponsorluk imzalayacakları zaman bu kişilerin başarılı olma özelliğinin yanında sivri dilli ve asi ruhta olmasına da özen gösteriyorlardı. Bu yasaklama olayı müthiş bir “ilgi” ve dikkate neden olmuşken Jordan yeni ayakkabılarıyla harikalar yaratıyordu. “Satışlar birden fırladı” diyor Nike’ın sahibi Knight. Ayakkabıların tanıtımı için sıradan bir reklam yerine Bulls’un yıldızını seçmelerini ise şöyle açıklıyordu: “60 saniyede çok şey anlatamazsınız, fakat Michael Jordan’ı gösterdiğinizde bir şey anlatmak zorunda kalmazsınız. İnsanlar onun hakkındaki pek çok şeyi zaten biliyorlar.” İşte bu kadar basit. Bir başka deyişle Jordan, tıpkı Swoosh gibi bir imgeydi.





1992 Olimpiyatları ve “Bayrağa Sarılış”…

Küresel kapitalizmin getirisi olan değerlerin ne gibi ikilem ve zorlamalara yol açtığı, nasıl köklü değişimler yarattığını anlamak için 92 olimpiyatlarındaki basketbol finaline ve kupa töreninde yaşananlara doğru tarihi bir yolculuk yapmak yararlı olacaktır.

ABD’yi Olimpiyatlarda temsil eden “Rüya Takım”ın aslarını, Jordan, Scottie Pippen, Charles Barkley, Chris Mullin, David Robinson ve John Stockton ile Larry Bird ve Magic Johnson oluşturuyordu. Rüya Takım’ın rakiplerini kolayca ezip geçeceği ve sonunda altın madalyayı kazanacağı –rakipleri tarafından bile- tahmin ediliyordu. Ancak Rüya Takım’ın şeref kürsüsünde, üzerinde Reebok logosu bulunan kırmızı-beyaz-mavi ABD eşofmanlarıyla yer alması gerekecekti. Reebok böylesine değerli bir reklam için Amerikan Olimpiyat Komitesine 4 milyon dolar ödemişti.

Reebok, Phil Knight’ın en nefret ettiği rakibiydi. Nike’dan bir çok konuda farklı olan bir firmaydı. Farkı, sadece ayakkabıları değildi. Rahat, ağır başlı bir şirket kültürü vardı. Bu, kafasına göre hareket eden, bir verip bin alan Knight’ın tüm değerlerine tersti. Jordan, Barkley ve diğer ABD takımlarından (aynı olimpiyatta diğer sporlarda ülkeyi temsil eden takımlardan) birkaç sporcu Reebok logosunu taşımak istemediklerini açıkladılar. Jordan: “Rakibimin ürününü tanıtmamın doğru olacağına inanmıyorum, kendi şirketime sadık kalmam gerektiği kanısındayım” dedi.

Basın bu olaylar üzerine Jordan ve Barkley’e yaylım ateşi açtı. Köşe yazarı Dave Anderson, “onlar ABD yerine Nike’ı temsil ettiklerini sanıyorlar” diye yazdı New York Times’da. “Jordan olimpiyat takımına Nike gezegeninden kiralanmış bir uzaylı değildir. Firmasına karşı sadakatine gelince; Gatorade daha fazla para önerdiğinde Jordan, Coca Cola’ya ne kadar sadık kaldı? Coca cola’yı hemen bıraktı.” Bob Ryan ise Boston Globe gazetesindeki köşesinde Jordan’ı “gerçek dünya ile kopma raddesine” geldiği gerekçesiyle suçlamakta, “Nike’ın istismarı sonucu Jordan imgesinin yok olma tehdidiyle karşı karşıya kaldığını” söylemektedir.

Saldırıların en acısı New York Post köşe yazarı Mark Kriegel’den geldi. Kreigel’e göre Jordan ve Barkley ABD için değil “spor dünyasının gangster çetesi olan Nike için oynuyordu; nitekim gangsterler sadece dolara sadıktırlar.” Kreigel kendisinin 1968 Olimpiyatları’nda ABD’li siyahi sporcuların ırkçılığa karşı yaptıkları protesto gösterisine saygı duyduğunu söylüyordu; onlarınki siyasal içerikli ve anlamlı bir cesaret örneğiydi. Ancak şimdi Jordan ve Barkley’in verdikleri mesajın ırkçılık karşıtlığı ile bir ilgisi yoktu, hatta hiçbir anlamı da yoktu. Sadece 150 dolarlık spor ayakkabılarını Saratoga Caddesindeki fakir siyahi çocuklara nasıl satacağını düşünen Nike ile bir ilgisi vardı. Kreigel sözlerini “bir avuç serseri bunlar” diyerek noktalıyordu.

Risk büyüktü. Basketbol finallerini izleyecek seyirci sayısı, 193 ülkeden tahmini 60 milyon kişiydi. Eleştiriler yoğunlaştığı sırada Nike’ın bir müdürü firmayı tartışmadan uzaklaştırmayı denedi. Bunu “bu hafta Jordan ile hiç görüşmedik, görüşecek de değiliz” gibi garip bir açıklamayla yapmaya çalışmıştı. Söylendiğine göre Knight, kamuoyunda aleyhine esen bu rüzgardan fena halde ürkmüştü. Neyse ki tüm dünya izleyicisinin gözleri önünde “Rüya Takım” altın madalyayı almak için kürsüye doğru yürüdüğü sırada, Jordan logo problemini çoktan çözmüş, ABD bayrağına sarınarak Reebok logosunu gizlemişti. Jordan bu olayın ardından şöyle diyordu: “Ben inandığım şeyi yaptım. Bir iş için on iki Clint Eastwood kiralarsanız, onlara silahlarına hangi mermiyi koyacaklarını sormazsınız. Bundan alınacak varsa alınsın, bana ne!”

Bu, zaten kumarcı ve uyuşturucu satıcılarıyla ilişkileri yüzünden zedelenmiş ününü arttırmaya yaramamıştı, ancak ayakkabı firmaları her şeye rağmen kar etmekteydiler. Bir spor analistinin kaydettiği gibi “şimdilerde herkes olimpiyatlara Nike ile Reebok karşılaşması olarak bakıyor. Firmalar kimin ne zaman hangi markayı taşıyacağıyla övünüyorlar. Medya ağları da bayıla bayıla olayın üstüne gidiyor.” Olimpiyatların düpedüz bir ticaret aracı haline gelmesi artık yeni bir haber olmaktan çıkmıştı. Fakat Nike hakkındaki suçlamalar korkulacak kadar yeniydi. Sonraki dönemde ise yine kar amaçlı olarak güdülen bir şirket politikası olan “ucuz emek” sorunsalı şirketin başına belalar açacaktı. Nike, ürünlerini işçi ücretlerinin pahalı olduğu ve sosyal haklarla korunan emek piyasalarının var olduğu ABD yahut Batı Avrupa ülkeleri yerine, fabrikalarını doğu Asya’da kurmayı tercih ediyordu. Bu durum da yine küreselleşmenin yarattığı sorunlar açısından müthiş bir paralellik gösteriyordu.


Sonuç Yerine…

Olimpiyatlarla başlayıp yine olimpiyatlarla bitirdiğim bu çalışmada sporun tarihsel gelişiminin uluslararası siyasetin temel tarihsel gelişimi ile nasıl paralellik gösterdiğini ve küreselleşme perspektifinde doğuşu ve gelişiminin incelenmesi sonucu basketbolun bu sürece en erken başlayan ve dolayısıyla neo-liberal dünyada en fazla kullanılan, küresel-kapitalist hegemonya sürecinde önemli bir kültürel araç olduğunu ispatlamaya çalıştım. Bu başarının kanımca en büyük nedeni, bu sporun çağın başat gücü olan ABD menşeli olmasıdır. Held’in yaptığı 8 başlıklı “çağlara göre küreselleşme seviyesini tanımlayabilmek için kullandığımız tablo” yardımıyla şunu görebiliriz: İlk doğduğu 19.yüzyıl sonunda iletişim araçlarının nimetlerinden yoksun olmasına rağmen YMCA misyoner örgütünün ağları sayesinde basketbol icat edildikten birkaç yıl sonra okyanus aşırı ülkelerde oynanmaya başlamış, küresel ağların genişleyeceği, birbirine küresel bağlantılılığın yoğunlaşacağı, zamansal ve mekansal boyutta olumlu yönde değişimlerin yaşanacağı ve en önemlisi uydu teknolojisi sayesinde iletişim ağlarının tüm gezegeni kaplayacağı 20.yüzyıl boyunca da gelişimini sürdürmüştür. Küreselleşmenin altyapısında çok kilit rol oynayan “iletişim teknolojileri” Amerikan kültürünü diziler ve Hollywood imgesiyle dünya üzerindeki her yerde, her eve sokabilmesiyle paralel olarak basketbol da ABD kültürünün enjeksiyonunun bir parçası olarak evlerimize girmeye başlıyordu. Avrupa basketbolunun seviyesi ve standartları günümüzde her ne kadar yükseldiyse de seyir zevki ve dolayısıyla popülarite açısından NBA hala biricikliğini korumaktadır. İşte bu nedenledir ki burnumuzun dibindeki salonda oynan Türkiye Ligi maçları bizi pek ilgilendirmiyorken, 2010 yazında (yani bu yaz) Türkiye’de yapılacak olan Dünya Basketbol Şampiyonasında, maçlarını İstanbul’da gerçekleştirecek olan ABD Rüya Takımı’nı izleyebilmek için insanlar bilet kuyruğuna şimdiden girmektedir. Basketbol müthiş bir görsel şova dönüşmüş, bu şovun yarattığı popülarite sponsorları daha fazla mali kaynak akıtmaya yöneltmiş, daha fazla mali kaynak ise şovun daha da kaliteli ve popüler hale gelmesine yol açmış, bu sürekli döngü bu şekilde devam etmiştir. İyi yönetilmeye devam ettiği ve popülaritesini yitirmediği sürece –ki sürekli yetenekli ve yıldız isimler meydana çıktığı sürece bu devam edecektir- NBA, müthiş pazarlama teknikleriyle soframıza sunulmaya devam edilecektir. Tabi ki bu sırada ayağımızı ayakkabılarıyla, bedenimizi eşofman ve formalarıyla, kısacası tüm maddesel dış dünyamızı da çevreleyerek devam edecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder