25 Eylül 2011 Pazar

Yasaklarla Yönetilen

Kurthan Fişek’in Abdülhamit Dönemini anlatırken kullandığı “ülkenin yasalarla değil yasaklarla yönetildiği bir dönem” tabiri oldukça kullanışlı aslında. Otoriter yönetimleri tarif ederken her yere ve döneme uyabilecek bir kalıp. Özetle tarif ediyor. Çünkü otoriter ve baskıcı bir rejimin en büyük özelliği yasaklardır. Yasalar ise özgürlükleri belirlemek ve korumak için vardır. Korunmak istenen özgürlüğün değeri yasağın konulmasını belirler ama yasakçı anlayışta ise keyfilik söz konusudur ve “hoşa gitmeyen, en ufak şüphe duyulan her şey” yasaklanır, otoritenin şekline göre sevimli bir bahane bulunarak ya da buna hiç gerek duyulmayarak.

15 Ağustos 2011 Pazartesi

2020 Olimpiyatlarına Adaylığımız Üzerine

Kendi kelimelerimle değil Kurthan Fişek'in dolu ve net bir paragrafıyla yazıyorum:

Ulusal olimpiyat komiteleri, Olimpiyat Akımı içinde ülkelerini temsil eden, olimpiyat takımlarını seçip donatan, yönetim organlarında oy çoğunluğuna sahip ulusal spor federasyonlarıyla sürekli ilişkiye giren ve böylece ulusal spor yönetimleriyle birlikte “çok-sporlu” bir düzenleme içinde ülkelerinin sporuna yön veren bağımsız yapılardır. Türkiye özelinden konuya yaklaştığımızda, öncelini 1908 kuruluşlu Osmanlı Milli Olimpiyat Cemiyeti’nde bulan Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi’nin çok-sporlu örgütlerimizin ilki, bugüne kadar varlığını koruyabilenlerin en eskisi, ama 70 yıllık ömrü boyunca bir “bağımlılık” durumundan ötekine geçtiği ve bağımsızlığını edindiği 1962 yılında da Türkiye spor pratiğinden iyice soyutlandığı için en etkisizi olduğunu görüyoruz.

12 Ağustos 2011 Cuma

Filistin ve Futbol

Takımımız için tarihi bir gün. İlk kez uluslararası bir turnuvada, evimizde maç yapıyoruz. Bu, bir devlet olduğumuzu gösterdiğimiz bir fırsat oldu."

Filistin Başbakanı Selam Feyyad


Gelecek yıl Londra'da yapılacak olimpiyat oyunlarına katılmak için Batı Şeria'da Tayland'la karşılaşan takım, normal süreyi 1-0 önde kapatmasına karşın, penaltılar atışları sonucu oyunlara katılma hakkını kaybeti.

BBC'nin haberine göre; Filistin takımı 1998'den bu yana FIFA üyesi, Batı Şeria'daki stadyum da 2008'de uluslararası standartları karşılar hale getirildi. Ancak güvenlik kaygıları ve İsrail'in işgali nedeniyle Filistin takımı şimdiye kadar kendi evinde hiç resmi maç yapamamıştı.

Ramallah'taki BBC Muhabiri Jon Donnison soğuk havaya karşın binlerce taraftarın karşılaşmayı izlediğini bildirdi. Seyirciler arasında Filistin Başbakanı Selam Feyyad da vardı. Feyad, "Takımımız için tarihi bir gün. İlk kez uluslararası bir turnuvada, evimizde maç yapıyoruz. Bu, bir devlet olduğumuzu gösterdiğimiz bir fırsat oldu." dedi.

Filistin Futbol Federasyonu Başkanı Cibril Racub, "Dünya şimdi Filistini başka bir gözle, spor gözüyle bakacak. Bu Filistin halkının özgürlük ve bağımsızlık için yeni bir girişimi' şeklinde konuştu.

Maçta Abdülhamid Ebu Habib 43'üncü dakikada attığı golle Filistin takımını öne geçirdi. Tayland'ın maçın son 20 dakikasında 10 kişi oynamasına karşın Filistin ekibi maçın normal süresi ve uzatmalarda ikinci golü atamadı.

Tayland kendi evindeki maçı 1-0 kazandığından galibi penaltılar belirledi. Penaltı atışlarını Tayland 6-5 kazandı


kaynak
http://www.sabah.com.tr/SabahSpor/Spor/2011/03/10/filistinde_tarihi_futbol_maci



ayrıca bir ikinci maç daha var DW nun ilk maç olarak sunduğu fakat birinci maç ile ilgili haber 10 mart... ikinci maç ile ilgili haber temmuz 2011 de


Filistin milli futbol takımı, tarihinde ilk kez kendi topraklarında resmî bir maça ev sahipliği yaptı. FIFA, henüz devlet olarak tanınmasa da, Filistin milli takımının, kendi topraklarında maç yapmasını kabul etti.

Filistin'in, 29 Haziran'da Dünya Kupası ikinci tur ön eleme maçında, deplasmanda 2-0 kazandığı ilk maç, Afganistan'daki güvenlik kaygıları nedeniyle Tacikistan'da oynanmıştı. Filistin, pazar günü, Kudüs'ün dış mahallelerinden El Ram'da Afganistan'ı ağırladığı rövanş maçında, 1-1 berabere kalarak tur atlamış oldu. Yıllardır devlet olma hayaliyle yaşayan Filistinliler için en azından uluslararası spor camiasının bir parçası olma şansı büyük önem taşıyor.

Sırtlarında Filistin yazılı kırmızı formalarıyla 22 oyuncu antrenmanda. Tacikistan'dan daha bir gün önce dönmelerine ve tüm yorgunluklarına rağmen keyifleri yerinde. Geçmişte, bugün Afganların yaptığı gibi her zaman deplasmanda oynamak zorundaydılar. Ancak o günler geride kaldı.
Bildunterschrift: Großansicht des Bildes mit der Bildunterschrift: Çünkü artık henüz devlet olarak tanınmamış olsalar da, evlerinde, kendi topraklarında top koşturabiliyorlar. Bu başarının ardındaki isimler arasında, “Bu, Filistinlilerin, kendi topraklarında, bayrakları ve milli marşlarıyla oynadıkları ilk Dünya Kupası eleme maçı. Bu tarihimizdeki ilk resmî maç” şeklinde konuşan ve yıllardır Filistin Futbol Federasyonu’na başkanlık eden Cibril Racub da yer alıyor.


"Milli takım, bir devletin var olduğunun ispatı"

Saçlarına ak düşmüş, bıyıklı bu futbol adamı, Filistinlilerin siyasî olarak henüz başaramadığına, sporla ulaştı. Racub, “Milli takıma sahip olmak, bir devletin var olduğunun, istikrarın kanıtı. Ve uluslararası toplum için de Filistin’in siyasi varlığının tanınması yolunda ikna edici bir argüman” şeklinde konuşarak, Uluslararası Futbol Fedarasyonları Birliği FIFA, Filistin’in futbol milli takımını tanımış olduğunu ifade etti.

Kudüs'ün banliyösü El Ram semtindeki Faysal Hüseyin Stadyumu’nun tribünlerinde, eski Filistin lideri Yaser Arafat, şimdiki lider Mahmud Abbas ve Filistin futbolunun kaydettiği gelişmelerin mimarı Cibril Racub’un portreleri asılı.

"Antrenman sahaları eksik"

Bildunterschrift: Großansicht des Bildes mit der Bildunterschrift:
Filistinli oyuncuların başında ise Cezayirli bir teknik adam bulunuyor. Fransa’da ikinci lig takımlarına antrenörlük yapmış Musa Bazaz, iki yıldır Filistinli oyuncuları çalıştırıyor. “Stadyumlara, gençleri çalıştırabileceğimiz çok sayıda stadyuma ihtiyacımız var. 200 futbol kulübü için sadece 12 stadyumumuz mevcut" diyen Bazaz, en büyük eksiğin, antrenman sahaları olduğunu söyledi.

Tüm bu yetersiz şartlara rağmen futbol, Filistinliler arasındaki en popüler sporlardan biri. En zor şartlarda olanlar ise, Gazzeli futbolcular. Gazze ve Batı Şeria arasında özgürce dolaşım hakkına sahip olmadıklarından, milli takım uğruna yaşadıkları yerden uzak kalıyorlar. Memleketi Gazze'ye son olarak üç yıl önce gidebilen Filistin milli takımının orta saha oyuncusu Hüsam Vadi, Filistin milli takımı için, Gazze'de yaşayan nişanlısından ayrı kalmayı bile göze almış. “Hepimiz, Gazze, Batı Şeria ya da yurt dışındaki Filistin azınlığı için değil, Filistin için oynuyoruz. Filistin bayrağı altında oynuyoruz. Ve umarım, ileride tanınmış bir Filistin devleti için oynarız, ki bu takımdaki herkes için geçerli” diyen Vadi, milli takımın ilk 11'inde yer almanın kendisi için daha önemli olduğunu vurguladı.




© Deutsche Welle Türkçe

Sebastian Engelbrecht/Çeviren: Gezal Acer

Editör: Beklan Kulaksızoğlu

kaynak
http://www.dw-world.de/dw/article/0,,15210154,00.html

Nikolai Petrovich Starostin

"Birçok insan için futbol, ruhlarında dürüst duygular ve insani ilişkilerden oluşan küçük de olsa bir adacık oluşturmak için tek, hatta bazen en son şans olmuştur."

Simon Kuper, Futbol Asla Sadece Futbol Değildir, s.101



Nikolai Petrovich Starostin (Cyrillic: Никола́й Петро́вич Ста́ростин; 26 February 1902 – 17 February 1996) was a Russian footballer and ice hockey player, and founder of Spartak Moscow.


Early life and Spartak MoscowThe eldest of four brothers, Starostin was born in Presnensky District, Moscow where he enjoyed a comfortable upbringing courtesy of his father's reasonably well paid job as a hunting guide for the Imperial Hunting Society.[1] Nikolai studied at a commercial academy where he first began playing football. Football was a minor concern in the Russia in this period, but it was growing. A Moscow league had been founded in 1910 but this died away in the years following the revolution of 1917. Starostin is said to have welcomed the revolution, though he played no active [1] Following the death of his father from typhoid in 1920, Starostin supported his family by playing football in the summer and ice hockey in the winter. [2]

In 1921 the Moscow Sport Circle (later Krasnaia Presnia) was formed by Ivan Artemev and involved Starostin, especially in its football team.[1] The team grew, building a stadium, supporting itself from ticket sales and playing matches across Russia.[1] As part of a 1926 reorganisation of football in the USSR, Starostin arranged for the club to be sponsored by the food workers union and the club moved to the 13,000 seat Tomskii Stadium. The team changed sponsors repeatedly over the following years as it competed with Dinamo Moscow, whose 35,000 seat Dinamo Stadium lay close by.

As a high-profile sportsman, Starostin came into close contact with Alexander Kosarev, secretary of the Komsomol (Communist Union of Youth) who already had a strong influence on sport and wanted to extend it.[2] In November 1934, with funding from Promkooperatsiia, Kosarev employed Starostin and his brothers to develop his team to make it more powerful. Again the team changed its name, this time to Spartak Moscow.[1] It took its name from the Roman slave rebel and athlete Spartacus. Like Spartacus, the club seemed to represent the exploited,[1] as opposed to their rivals Dynamo Moscow (run by the secret police) and CSKA Moscow (run by the army.) Starostin played for and managed Spartak, and his three brothers also played for the team.

In 1936 new league and cup competitions were introduced in Russia. In the first year Dinamo won the league and Spartak the cup. In 1937 the positions were reversed but Spartak won both league and cup in 1938 and 1939, much to the annoyance of Lavrenty Beria, the head of the secret police, who was also the president of Dynamo. A keen footballer in his youth, Beria had played against Starostin in the 1920s, suffering humiliating defeat. The Dinamo-Spartak rivalry became the bitterest in Soviet sport.[3]

[edit] ArrestIn the late 1930s many of Starostin's friends and associates were arrested as part of the Great Purge, including Kosarev. There were also attempts to more closely control sporting matters, including forcing the Semi-final of the 1939 cup to be replayed after Spartak won the first match by a disputed goal. They went on to win the replay, which did not take place until after Spartak had already won the final.[3] On March 20, 1942, Starostin was arrested, along with his three brothers and other fellow players, facing accusations of involvement in a plot to kill Joseph Stalin. Following two years of interrogation in the Lubyanka, the charges were dropped but the Starostins were tried and sentenced to ten years in Siberia anyway, having been found guilty of "lauding bourgeois sport and attempting to drag bourgeois motives into Soviet sport".[4] The sentence was very lenient in view of the popularity of football and Starostin. [5] When details from the actual court sentence were published in 2003, it turned out Starostins were not convicted for political crimes, but rather for stealing sporting goods from the stores they were supposed to oversee and selling those goods on. Nikolai Starostin profited for 28,000 rubles, Aleksandr for 12,000, Andrei and Pyotr - for 6,000 each. Also, Nikolai Starostin was convicted of bribing the military commisar of the Bauman district of Moscow, Kutarzhevskiy. Kutarzhevskiy, using his power arranged so that several people who were supposed to have been conscripted to serve in the Army during World War II were not sent to the front and stayed in Moscow instead. Those people included food distributors and food store managers, who in turn provided Starostin with unlimited food supply during the war time, when food shortages were common (according to the sentence, food store manager Zvyozdkin gave Starostin 60 kilograms of butter and 50 kilograms of meat products).[6]

During his time in the gulags, Starostin's skills were highly sought after and he served as coach at various camps. He was treated benevolently by commanders who looked kindly on soccer and gave him extensive privileges. Unlike other notable inmates, Starostin was never mistreated and was well liked among both guards and prisoners, who would gather to listen to his football stories.[7]

In 1948 Starostin received a phone call in the camp from Stalin's son Vasily. The two had known each other in the 1930s when Starostin's daughter had made friends with him at the Spartak horse riding club, when he was using the name 'Volkov'. He was now commander in chief of the Soviet Air Forces and brought Starostin back to Moscow to coach the Air Force's football team, in which role he became a pawn in the conflict between Vasily and Lavrentiy Beria. Beria's secret police soon visited Starostin at his home, giving him 24 hours to leave Moscow. Vasily reacted by taking Starostin into his protection. The two spent all their time together, even sleeping in the same wide bed (Vasily with a gun under his pillow.)[8]

On one occasion when Vasily was drunk Starostin slipped out of an open window to see his family. He was apprehended by the secret police at 6am the next morning and sent to the Maykop gulag. At Orel, however, Vasily's head of counter espionage met the train to return Starostin to Moscow. Starostin instead asked to be allowed to live in Southern Russia. Vasily agreed on condition that he coach the local Dinamo team. The secret police intercepted him, however, and he was exiled for life to Kazakhstan. Starostin was initially sent to Akmolinsk, where he coached the local football team. He later moved to Alma Ata to coach ice hockey and football with the Kairat team. Starostin's efforts contributed to the club's position as the leading Kazakh team in the Soviet era.[9]

[edit] ReleaseStalin died on 5 March 1953. Beria, who had initially been part of the leading group after Stalin's death, was executed later that year. As part of the movement towards "Destalinisation" an amnesty was declared for various political prisoners and this included Starostin. His sentence and those of his brothers were declared illegal, and they were set free. Nikolai was appointed as coach to the Soviet national football team, and in 1955 returned to Spartak as president, a position he maintained until 1992. Starostin published his memoirs, titled Futbol skvoz gody (Football Through the Years) in 1989.[9]


References1.^ a b c d e f "A Small Way of Saying "No": Moscow Working Men, Spartak Soccer, and the Communist Party, 1900–1945". The American Historical Review. http://www.historycooperative.org/journals/ahr/107.5/ah0502001441.html. Retrieved 2008-07-25.
2.^ a b "The strange story of Nikolai Starostin, football and Lavrentii Beria - Soviet sports personality and Soviet chief of intelligence". Europe-Asia Studies. Archived from the original on 2004-11-05. http://web.archive.org/web/20041105052350/http://www.findarticles.com/p/articles/mi_m3955/is_n4_v46/ai_15654728. Retrieved 2008-07-25. (archive.org mirror)
3.^ a b "The strange story of Nikolai Starostin, football and Lavrentii Beria - Soviet sports personality and Soviet chief of intelligence". Europe-Asia Studies. Archived from the original on 2004-11-11. http://web.archive.org/web/20041111115755/http://www.findarticles.com/p/articles/mi_m3955/is_n4_v46/ai_15654728/pg_2. Retrieved 2008-07-25. (archive.org mirror)
4.^ "The strange story of Nikolai Starostin, football and Lavrentii Beria - Soviet sports personality and Soviet chief of intelligence". http://www.findarticles.com/p/articles/mi_m3955/is_n4_v46/ai_15654728/pg_3. [dead link]
5.^ Kuper, Football against the enemy, p43
6.^ Лагерная планида Александра Старостина - «Молодежь Севера», № 45 за 6 ноября 2003 года
7.^ "The strange story of Nikolai Starostin, football and Lavrentii Beria - Soviet sports personality and Soviet chief of intelligence". http://findarticles.com/p/articles/mi_m3955/is_n4_v46/ai_15654728/pg_4. [dead link]
8.^ "The strange story of Nikolai Starostin, football and Lavrentii Beria - Soviet sports personality and Soviet chief of intelligence". http://findarticles.com/p/articles/mi_m3955/is_n4_v46/ai_15654728/pg_5. [dead link]
9.^ a b "The strange story of Nikolai Starostin, football and Lavrentii Beria - Soviet sports personality and Soviet chief of intelligence". http://findarticles.com/p/articles/mi_m3955/is_n4_v46/ai_15654728/pg_6. [dead link]

kaynak: wikipedia

http://en.wikipedia.org/wiki/Nikolai_Starostin

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Tarihte Zaman Algısı ve Anafor Tehlikesi

Atatürk'ün Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda çekilmiş bir video-mesajını hatırlıyorum. Görüntülü konuşmanın ilkel şekli diyebileceğimiz bu videonun amacı Amerika Birleşik Devletleri'ne bir "dostluk" mesajı göndermekti. Videoyu kaydeden de ABD'nin Türkiye'deki diplomatik misyon şefiydi. Atatürk, videoda gayet otoriter bir duruş ve dostane bir ses tonuyla konuşmaktaydı. ABD hakkında övücü sözler söylüyor ve dostluk mesajı veriyordu.

Gelelim konuya. Bu videoyu izleyen bir kısım insan -ki bunlar anti-kemalist yahut en azından mustafa kemal ve onun devrimlerini benimsemeyen günümüz insanlarıydı- şu yorumda bulundular. Bakın işte Atatürk de Amerikancıymış.

Aslında bu gerçekten uzak tespit tarih ve zaman algısı konusunda incelemeye değer bir örnektir. Birincisi tarihi olaylar günün koşulları, konjönktürü, ilişkileri ve eğilimleriyle değil o günün habitatı ve ruh haliyle değerlendirilmelidir. Şu an ABD hakkında bir liderin çıkıp övücü sözler söylemesi bu kapsamda değerlendirmeye açık olsa da 1920'li yıllarda yapılmış bu konuşma "Amerikancılık" (yani ima edilmeye çalışılan Amerika'nın piyonu, taşeronu olmak) ile değil vizyon ve inanılmaz bir siyasi öngörüyle açıklanabilir ancak. İkinci olarak o dönemde, yani işgal Osmanlısındaki vatansever aydınların neredeyse tamamı, ilkokul tarih derslerinden de aşikar olduğumuz kavramla "amerikan mandasının" tek kurtuluş olduğunu düşünüyolardı. Fransız ve İngiliz askerlerin süngüleri altında yaşamaktansa doğrudan işgal yerine ABD'nin uzaktan yönettiği bir uydu devlet olarak kalmak en "özgür kalınabilecek" seçenek olarak görülüyordu. Atatürk'ün bağımsızlık mücadelesini başından sonuna kadar düşündüğümüzde, böyle bir "Amerikancı" eğilim içinde çıkıp bu kadar zahmetli ve düşük olasılıklı bi işe atılıp bunu her ne pahasına olursa olsun başarması ile sonuçlanan maceraya atılmasını açıklayamayız eğer ona "Amerikancı" dersek.

Amerikancılık etiketini çürüttüğümüze göre şunu açıklamak zorundayız. Peki niçin böyle bir mesaj gereksinimi duymuştu Ata?

Tartışmaya bırak....

- ABD'nin siyasal geleceğinin öngörüsü
- Mevcut ortamda hiçbir müttefik yok neredeyse. Almanya'nın da hali ortada.
- YMCA, Robert Kolej ile yerleşmiş Amerikan kültürel etkisi. Sonradan YMCA tasfiye ediliyor kademe kademe. Bir yandan da dostluk mesajı verme bu açıdan önemli. Amacımız ABD düşmanlığı değil, uluslaşma ve yabancı etkisinden kurtulma. Ki Robert Kolejin bulgar öğrencileri buna en büyük örnek.

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Tarihin kaydedilmesi

Tarih yaşanan andır. Yaşanan anın aktarılmasıdır. Şu an ile uzaklığından çok kim tarafından anlatıldığı ile şekillenir. Araştırma konum ve uzmanlık dönemin ile alanım gereği, üreteceğim eserlerin yaratım sürecinde kitaplardan, yani ikincil kaynaklardan yararlanamıyorum çünkü üzerine araştırılmamış bir dönem ve konu. Bu nedenle arşiv belgeleri, gazeteler, dergiler asıl kaynaklarım. Bu durum bana sanki o tarihlerde sabah gazetemi açıyormuş hissi veriyor. Bambaşka bir konu araştırırken İtalyanın Habeşistana girdiğini gazeteden okumak, yahut köşede Hitlerin bir demecini görmek bana tarihin o kadar da "sanal bir şey" olmadığını gösterdi ve şunu görmemi sağladı. Anı kaydetmek önemlidir. Çoğu araştırmam sırasında "keşke bu olayla ilgili bi belge bulsam" temennisi ile çalışıyorum. Bir kaynağın tercümesinin olmaması beni az bildiğim o dili daha iyi öğrenmeye teşvik ediyor. Anı kaydetmenin önemi ile çalışmalarım, yıllardır eğitimim sayesinde kazandığım beceriler değer kazanıyor. An itibariyle (ben öyle görmesem de) günlük statüsünde olan bu sayfaların yazılışındaki amaç bir gün tarihsel bir belge niteliği taşıyacak olmasıdır. Yarından itibaren...

Basketbol örneğinden yola çıkarak SPORUN KÜRESELLEŞMESİ

BASKETBOL ÖRNEĞİNDEN YOLA ÇIKARAK

SPORUN KÜRESELLEŞMESİ


Rekabetin olduğu her yerde “seyredenin” var olması doğal bir süreçtir. Yeryüzünde icat edilmiş ve icat edilecek olan tüm sporların da özünde rekabet, devamında seyirci kitlesi ve talep faktörü vardır. Modern olimpiyatların doğuşu ile başlatabileceğimiz küresel spor tarihi, yerel sporların yayılması ve talebin yüksek olduğu sporların küresel hakimiyeti ile sürdürülebilir. Bu çalışmada ise “basketbol” temelli bir anlatımla 21.yüzyıl toplumlarında talep edilen ile talebi belirleyen faktörler arasında gidip gelen bir analiz yapmaya uğraşacağım.


Olimpiyat Fikri ve Sporda Uluslararası Rekabet…

Antik şekli eski Yunan’da yapılan oyunların Fransız soylusu Baron de Coubertin tarafından modernize edilmiş hali ile 1896 dan beri dünya savaşları haricinde her 4 yılda bir yapılan modern olimpiyatlar, uluslar arasında gerçekleşen en önemli spor organizasyonu olma özelliğini bir yüzyıldan fazla süredir korumuştur.

Yaşadığı dönemde, Baron de Coubertin 1870-1871 yıllarında Almanya ve Fransa arasındaki savaşı “neden Fransa'nın kaybettiğini” araştırıyordu. Baron de Coubertin'in düşüncesine göre yenilginin sebebi Fransa'da gerçek anlamda fiziksel eğitimin verilmemesidir. Bunu sporla aşma düşüncesine girer. Ona göre gençlik sadece kapalı sınıflarda değil aynı zamanda, açık havada spor yaparak yetişmelidir. Baron, Fransa’da çağın gerisinde kalan eğitim ve spor kuruluşlarına yeni bir sistem getirmek istedi. Aynı zamanda ülkeleri spor ile daha yakınlaştırarak ve sporla yapılan rekabet ile savaşları önlemenin daha doğru yol olduğunu düşündü.

16 Haziran - 23 Haziran 1894 arasında Paris, Sorbonne Üniversitesi'nde düzenlenen bir kongrede bu düşüncelerini farklı ülkelerden dinleyicilere aktardı. Kongrenin son gününde ilk modern olimpiyat oyunlarının da antik oyunların doğum yeri olan Atina'da, 1896 yılında yapılmasına karar verildi. Oyunları organize etmek için Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) kuruldu. Komitenin ilk başkanı olarak Yunan Demetrius Vikelas seçildi.

Kongrede kabul edilen ilkeler şöyle sıralandı:

1. Olimpiyatlar, eskiden olduğu gibi, her dört yılda bir yapılacak.
2. Olimpiyatlar, Klasik Yunan'da olduğunun aksine, tüm dünya sporcularına açık olacak ve yarışma programı, günün sporlarını içerecek.
3. Yarışmalarda sadece büyükler yer alacak.
4. Amatörlük kuralları, kesinlikle uygulanacak.
5. Olimpiyat organizasyonu "gezici" olacak ve her olimpiyat başka bir ülkede yapılacak.

İlk oyunlar Atina'da 1896'da başarı ile tamamlandı. Toplam katılan sporcu sayısı 250'den az olmasına rağmen, oyunlar o tarihe kadar yapılan en çok katılımlı spor organizasyonu oldu. Ve ikinci oyunların düzenlenmesi için IOC, Paris'i tercih etti.

1896 yılında 15 ülkeden 245 sporcu ile başlayan oyunlar, 2000 yılına gelindiğinde Sidney'de 200'ü aşkın ülkeden 10.500 katılımcıya kadar çıktı. Yine Sidney'de 16.000 gazeteci ve televizyon muhabiri bu organizasyonu takip etti. Bu şekilde oyunlar dünyanın en büyük medya olaylarından biri durumuna geldi. Bugün oyunları 4 milyara aşkın kişinin televizyonlardan izleyebildiği bilinmektedir.

Bir toplumsal mühendislik projesi ile ortaya çıkmış olan bu organizasyonu ilk yıllarda düzenlemek yüksek maliyet ve sorumluluk açısından pesimist bir tavırda kabul edilirken yakın tarihte -20.yy sonu ve sonrası- şehirlerin bu organizasyonu alabilmek için birbirleriyle yarıştığını görmekteyiz. Bu durum basit bir şekilde değişen paradigmalar ve ekonomik mantık ile açıklayabiliriz. Gelişen teknoloji, yapılan mücadeleyi sadece o mücadelenin gerçekleştiği alan ile sınırlı olmaktan çıkarıp dünyanın her yerinden seyir için “ulaşılabilir” yahut daha çağa uygun bir tanımla “tüketilebilir” hale getirdiği için Olimpiyat = Milli gelir artışı yahut küresel reklam denklemi kurulmuştur. Sporun içerisindeki ticarileşme sadece gerçekleştirildiği alan, satılan biletlerden kazanılan para ve izleyenlerin yaptığı konaklama, yeme içme gibi harcamalarla sınırlı değildir. Çok farklı ve asıl üzerinde durulması gereken rekabet “sponsorluk” alanında yaşanmaktadır günümüzde. Yarışan takımlar yahut bireysel olarak sporcular görünürde ülkeleri yahut takımları adına mücadele ediyor görüntüsü verirken arka planda aslında yarışan bir bakıma da firmalardır. “Şampiyonların içeceği” sloganıyla yola çıkan bir içecek firmasının şampiyonlara teklif götürüp onlarla sponsorluk anlaşmaları imzalaması ve bu şampiyonların içeceği tükettikleri –yani firmanın reklamını yaptıkları- süre boyunca yeni şampiyonluklar elde etmeleri gerekmektedir. Olimpiyatlarda 8 altın madalya alan bir yüzücünün kullandığı mayo, bir hafta içinde hem 100 hem de 200 metre koşu yarışmasında iki ayrı dünya rekoru kıran bir atletin kullandığı ayakkabı, tıpkı onu kullanan sporcular kadar “şampiyon” olmuşlardır aslında. Bunun anlamı ise “daha fazla kar” daha fazla müşteri ve yapılan yeni reklam anlayışının başarısıdır.

Futbol asla sadece futbol değildir cümlesinin klişeliğinden sıyrılmış bir çalışma olmasına dikkat etmekle birlikte yine bu cümle kapsamında irdelenebilecek bir başka konuya değinmeden edemeyeceğim ki o da “milli maç” kavramıdır. Bilindiği üzere gerek Avrupa Futbol Şampiyonası gerekse Dünya Kupası maçları için çok farklı düzeylerde bir çok ülkenin ulusal takımı, küresel futbol arenasında boy göstermektedir. Bahsi geçen organizasyonların final bölümünün tüm maçları tıpkı olimpiyatlar gibi daha önce belirlenmiş bir ülkede yapılırken bu turnuvaya katılma hakkı kazanmak için yapılan “eleme grubu maçları” ise katılımcı ülkelerin kendi topraklarında yapılmaktadır. Bu açıdan olaya bakacak olursak Paris kentinde oynanan Fransa-İngiltere milli maçı “bir A devletinin (İngiltere) bir başka devletin –B devleti- (Fransa) egemenlik alanında, onun topraklarında, kendi ulusal çıkarları adına faaliyette bulunması” olarak tanımlanabilir ve bu noktada devreye uluslararası hukuk girmektedir. Bu açık tanım gereği böyle uluslararası bir durumun organizasyonu yahut bu organizasyon sırasında doğacak ihtilafların çözümü için ulusüstü bir kuruluşun varlığı elzemdir. İşte bahsettiğimiz bu ihtiyaçlardan doğan ve sözü edilen Avrupa ve Dünya şampiyonalarını organize eden kurumlar olan UEFA ve FIFA vücuda gelmiştir. İhtilaflar içinse her federasyonun kendi komiteleri olduğu gibi bu federasyonların da üzerinde olan CAS karşımıza çıkmaktadır.

Ulusal müsabakaların ekonomik boyutları ele alındığında ise yine futboldan yürümek gerekirse iki örnek çarpıcı ve aydınlatıcı olacaktır. İlki İngiltere ulusal futbol takımının ön eleme turlarında başarısız olup Almanya’da düzenlenecek 2008 Avrupa Futbol Şampiyonasına katılamayacak olmasının yarattığı ekonomik kayıptır. Aslında turnuvanın kendisi için de bizzat kayıp olan İngiltere’nin olmayışı hemen bir teorik çerçevede “ekonomik” hesaplar üzerinden bir analize tabii tutulmuş, nereden bakılırsa 8 milyon poundluk bir kayıptan söz edilmiştir. Buradaki “kayıp” kelimesi bizi yanıltmasın. Bu beden “başarısız” olduğu için ülkenin cebinden çıkan bir para değil aksine başarılı olacağı varsayımıyla yapılan yatırımların bir hayal olarak elde kalmasıdır. “Futbolun beşiği” olarak adlandırılan bir ülkenin dünyanın en büyük ikinci futbol organizasyonunda olmayışı sadece ekonomik değil prestij açısından da zedeleyici olmuştur. Üstelik bu tipte turnuvalar genç oyuncuların kendini ispatladığı, tecrübelilerinde değerine değer kattığı ve “kendi piyasasını” oluşturduğu, daha açık bir tabirle bonservis bedelini ikiye üçe katladığı turnuvalardır. Futbol tarihi, ulusal takımında gösterdiği üstün performans ile dikkati çeken ve Avrupa’nın büyük kulüpleri tarafından milyon dolar ödenerek transfer edilen futbolcu örnekleriyle doludur.


Bir Örnek Olarak Basketbol ve Küreselleşme…

Bu noktaya kadar genel bir perspektif sunmaya çalıştığım spor ve küreselleşme ilişkisinde şimdi daha özel bir boyuta inerek detaylı bir süreç analizi ile bir sporun yayılışını ve bu yayılma sırasında içinde barındırdığı unsurları gözünüzün önüne sermeye çalışacağım. Bunu yaparken seçtiğim spor ise icat edildiği günden kısa bir süre sonra önce tüm ülkeye sonra da 1 yaşını doldurmadan sınır ötesine yayılan “en çabuk küreselleşen” spor olarak gördüğüm basketbol olacaktır.

İcat edildiği tarihten bir asır sonra Amerikan hegemonyası ile eşdeğer tutulan küreselleşme süreci ile müthiş paralellikler arz eden basketbol hakkında gelişim süreci analizine başlamadan evvel günümüzde “yayılma” ve “etki” dediğimiz şeyi örnekleyecek harika bir hikaye sunmak istiyorum:

“ Amerika’nın etkilerinin nereye kadar uzanmış olduğunu bir üniversite öğrencisi olan Max Perelman 1997’nin Ocak ayında Çin’in uzak diyarlarına yaptığı bir gezi sırasında fark etti. Hava şartları nedeniyle Pekin’den 1500 kilometre uzaktaki Batı Si-çuan’da mahsur kalmıştı. Başkentleri Lhasa’ya doğru yol alan bir grup Tibetli ile karşılaştı. Tibetliler daha önce hiç köylerinden bu kadar uzağa seyahat etmemişlerdi. Hayatlarında fotoğraf makinesi gibi bir şey görmedikleri besbelliydi. Heybelerinden çıkardıkları ne olduğu belli olmayan bir hayvanın neredeyse çiğ, kanlı pirzolalarını Perelman ile paylaşırken, Amerika ile ilgili konulardan bahsetmeye başladılar. Bir Tibetli, Michael Jordan’ın nasıl olduğunu sordu.

Bu yolcuların nasıl olup da Chicago Bulls (Chicago Boğaları) profesyonel basketbol takımının yıldızını tanıdıkları pek anlaşılmamakla beraber, onun hakkında her şeyi bilmeleri şaşırtıcı olmasa gerekti. Jordan, dünyanın en ünlü ve en çok tanınan sporcularından biriydi. Jordan ve Asya’da “Kızıl Öküzler” adıyla bilinen takımı, basketbol şampiyonlukları nedeniyle ün kazanmıştı. Fakat Jordan bir başka nedenden ötürü de ünlüydü: O , televizyon reklamlarında havada sanki sonsuza dek uçarcasına süzülüp, basket toplarını zahmetsizce ve birbiri ardına potalara çakan ve bu arada da Nike’ın spor ayakkabılarını satan süper bir insandı. Uydu ve kablo gibi yeni iletişim teknolojileri sayesinde bu büyüleyici reklamlar tüm dünyayı sarmıştı. 1980’lerde Jordan göz kamaştıran kariyerine başlayıp, Phil Knight Nike şirketini milyonlarca dolar değerinde ulus ötesi bir kuruluşa dönüştürürken, iletişim devrimi de gayet mükemmel bir şekilde küresel ticaretin kullanımına sunuluyor ve Knight da kurnazca bu yeni medyayı spor ayakkabılarının pazarlandığı bir markete dönüştürüyordu. Jordan’ın ünü öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, 1992 olimpiyatlarındaki bir basın konferansı sırasında kendisine bir tanrı olup olmadığı sorulunca mahcup oldu. Time dergisi “Michael Jordan tanrı ise, onu tanrı katına çıkaran da Phil Knight’tır” diye yazıyordu.”

Dünya üzerindeki Amerikan hegemonyasını sadece silahlı güç ile açıklamak mümkün olmaz. İşin bu noktasında sert gücü herkes bilir . Askeri ve ekonomik gücün çoğu zaman başkalarının pozisyonunu değiştirebildiğini biliyoruz. Sert güç, kandırmalara (havuç) veya tehditlere (sopa) dayanabilir. Fakat bazen istediğiniz sonuçları somut tehdit ya da para kullanmadan da elde edebilirsiniz. İstediğinizi elde etmenin dolaylı yoluna bazen “gücün ikinci yüzü” denir. Bir ülke, dünya siyasetinde istediği sonuçları elde edebilir; çünkü onun değerlerine hayran olan, onu örnek alan, refah seviyesine ve fırsatlarına özenen diğer ülkeler, onu izlemek isterler. Dış politika ve hegemonyanın değişen araçları konusundaki bu evirilme ile alakalı olarak 1997’de Fransa’nın dışişleri bakanı Hubert Vedrine şöyle diyordu: “ABD, başka bir gücün elinde bulunmayan varlıklara sahip olan bir ülkedir. Bu varlıklar, Amerika’nın siyasal nüfuzunu, doların dünya pazarlarındaki hakimiyetini, iletişim ağlarının kontrolünü, hayal fabrikaları (Hollywood ve televizyon) ve yeni teknolojileri… kapsamakta e gerçekten emsali görülmemiş bir durum yaratmaktadırlar.”

İşte bu emsali görülmemiş durumun yaratılma sürecinde basketbolun rolünü irdelemek için ilk önce gerilere, 1891 yılına uzanmamız gerekmektedir.


Naismith Efsanesi: Diğer bir deyişle basketbolun icadı…

Başlıca spor dallarının pek çoğunun başlangıcı belirsizdir. Ancak basketbolun başladığı tarih kesin olarak bellidir ve ayrıntısıyla anlatılabilir. Basketbolun benzersizliği yalnızca bundan ibaret değildir. Hiçbir spor dalı bu kadar popüler olmamış ve bu kadar hızlı ticarileşmemiştir.

Aslında James Naismith kasaları dolduracak bir oyun icat etmek niyetiyle yola çıkmamıştı. Kanada doğumlu bu öğretmen, yalnızca Springfield Koleji’ndeki işinden olmamak için girişmişti buna. Müdürü Dr.Luther Gulick, futbol ve beyzbol sezonları arasında gençleri beladan uzak tutmak için bir şeyler yapmasını buyurmuştu. Sınıftaki gençler neredeyse gemi azıya almış haldeydi; okuldaki iki öğretmen bu çocuklarla uğraşmayı kesinlikle reddetmişlerdi.

Massachusetts’deydiler; yeni bir kış sporunun yapılacağı yerin kapalı bir saha olması gerekiyordu. Naismith’in çözümü (Gulick’in de dediği gibi) “hem ruh, hem de bedenin” ihtiyaçlarına cevap vermeli, öğrencilerin adrenalin seviyelerini özellikle dikkate almalıydı; çünkü Springfield Koleji, dünya çapında misyonerlik etkinlikleri olan YMCA üyelerinin eğitildikleri bir okuldu.

Naismith ilk önce futbolun ve lakrosun değişik versiyonlarını denedi. Ama kapalı sahada bu oyunlar çabucak kontrolden çıktılar. Çaresiz kalan Naismith yeni bir oyunun kurallarını yazmaya başladı. Bu oyunda topa vurmak veya (lakrosta olduğu gibi) topla beraber koşmak olmamalı, top elden ele geçirilmeliydi. Takımlar dokuz kişilikti , çünkü Naismith’in sınıfında 18 öğrenci vardı. Yer oyunlarındaki gibi kaleye erişebilmek için birbirleriyle kolayca itişip kakışmasınlar diye, pota oyunculardan çok yükseğe yerleştirilmişti. Yakınlardaki bir meyve bahçesinden alınan şeftali sepetleri pota yapılarak 3 metre yüksekliğe yerleştirildi (ve öyle kaldı), çünkü spor salonunun balkonu, Naismith’in potaları bağlayabileceği en kolay yerdi.

Bu oyunun ne kadar yeni olduğu tartışılabilir. Tarihçiler, iki bin yıl kadar önce Aztek ve Mayaların büyükçe bir topu sahanın iki yanına konulmuş halkalardan geçirerek oynadıkları bir oyun keşfettiler. Bu oyunda kaybeden takımın lideri bazen tanrılara kurban edilirdi. Naismith’in Doğu Kanada’da doğup büyüdüğü yer olan Abnaki’de ise şişme bir topun havada tutulmaya çalışıldığı bir başka oyun oynanırdı. Fakat şimdiye kadar, Naismith’in bu eski zaman sporlarını bildiğine dair bir kanıt bulunamadı.

Naismith’in ilk oyuncularından biri tarafından “Basket Ball” (sepet topu) adı verilen oyun çabucak yayıldı. Naismith oyunu ortaya çıkaralı henüz bir hafta olmuştu ki, seyirciler bu yeni oyunu seyretmek için toplanmaya başladı. Tezahürat bayan öğretmenlere de çekici gelince, hemen oyunu genç kızlara da öğrettiler. Basketbolun ortaya çıkışından üç ay kadar sonra bayanlar turnuvası başladı. Okullar arası ilk karşılaşma 1893’te Massachusetts’teki Smith College’de yapıldı. Smith’li kız öğrenciler oyunu ilk öğrendiklerinde, rektörden başka bir erkeğin oyunları izlemesine izin verilmiyordu. Narin bayan sporcuları izlerken, ancak onun yaşında ve saygınlığında biri kendini olmadık düşüncelerden sakınabilirdi(!).

Smith College’in bayan yıldızı Maude Sherman, Naismith ile evlendi. Fakat o ve takım arkadaşları kocasının koyduğu kurallara göre oynamadılar. Kadınların fiziki mücadeleye alışkın ve hatta uygun olmadığına inanan organizatörler, bayan sporcuları korumaya çalıştılar. Kız takımlarında dokuz oyuncu bulunması ve üç oyuncunun üçe bölünmüş oyun alanının bir bölümünde beklemesi koşulunu getirdiler . İki yarı sahalı, altı oyunculu bayan oyunları 1938’e kadar ortaya çıkmayacaktı. 1896 yılına gelindiğinde California bayan takımları yüzlerce bayan seyirciyi oyunlara çekmeyi başarmıştı. Bu maçlardan birinde Stanford takımı Berkeley’i 2-1yenmişti .


Yayılma ve Ticarileşme…

1890’larda YMCA basketbolu benimsemiş ve Kuzey Amerika’nın her tarafına yaymıştı. Daha 1892 yılında Brooklynliler ateşli birer basketbol hastası olmuştu. Philadelphia’da ise basketbol tüm spor salonlarını işgal edecek hale gelmişti. Seyirciler, özellikle hakemler hoşlarına gitmeyen kararlar verdiklerinde, saldırganlaşıyorlardı. Tarihçi Keith Myerscough’ın belirttiği gibi, YMCA yetkilileri Naismith’in yarattığı “Frankenstein canavarının belirli çevrelerde kargaşa yarattığına” inanıyor ve geri adım atıyorlardı. Fakat canavar daha da büyüyecekti.

Ve daha girişimci olacaktı. 1896 yılında New Jersey’nin Trenton takımından bazı oyuncular, maçlara giriş ücreti alarak bu spordan para kazanabileceklerini keşfettiler. Her oyuncu oyun başına on beş dolar aldı; 1890’ların ortalarındaki ekonomik çöküntü sırasında bu oldukça yüklü bir miktardı. Brooklyn takımını 6-1 yendikten sonra Trenton takımı kendisine “Dünya şampiyonu” unvanını vererek bir Amerikan geleneğini başlattı. İki yıl içerisinde tam bir profesyonel lig doğdu. Varlığını 1903 yılına kadar sürdüren lig, altı New Jersey ve Pennsylvania takımından oluşuyordu. Görünüşe bakılırsa basketbol, insanları selamete eriştirdiği gibi para da kazandırıyordu. Naismith’in YMCA’daki eski amiri Gulick için bu haddinden fazlaydı. “Spordan para kazanmak insanları yozlaştırıyor” diye feryat ediyordu; “düşük ahlaklı insanların sahaya çıkmasına yol açıyor” diyor; YMCA, kendi spor salonlarında Trenton takımının oynamasına artık izin vermiyordu.

Fakat YMCA’nın tutumu artık pek fark etmiyordu. Basketbol yalnızca oyun başına takımların aldıkları bilet ücretlerinden değil, spor malzemesi üretiminden de kar ediyordu. Örneğin Albert Spalding 1890’larda beyzbol eldivenleri, topları ve sopaları üreterek zengin olmuştu. Spor dünyasının John D.Rockefeller’ı olmayı hedefliyordu. Rockefeller dünya petrol endüstrisini petrolün sondajından satışına kadar nasıl amansızca birleştirmişse, Spalding de spor malzemeleri piyasasını öyle birleştirmiştir. Malzemelerin kendi fabrikalarında üretiminden, sayısı yirmi bini aşan perakendeci müşteride satışına kadar tüm sektörü birbirine bağlamış, hatta Rockefeller’a fark bile atmıştır. Takımlar hakkında bilgi vermesinin yanı sıra, oyuncuları ve seyircileri kurallar konusunda eğiten on binlerce kitap basıp dağıtmıştır. Kitaplardaki kuralların Spalding spor malzemesini gerektirmesi sürpriz olmasa gerekti. Naismith’in futbol topuna benzeyen topu, şişme (ve bugünkü basket toplarından biraz daha irice olan) basket toplarına yenik düşerken, Spalding de, günümüz oyunlarında standart olan bu yeni topları gayet akıllı bir biçimde üretip sattı.

Basketbol uluslararası nitelik kazanmaya başlamıştı. 1891’deki Springfield College maçından 2 yıl sonra, bir YMCA öğretmeni bu sporu Fransa’ya tanıttı. O yıl, İngiliz bayanlar tarafından da oynanmaya başlamış olan basketbol, bundan bir yıl önce de erkekler arasında oynanmaya başlamıştı. 1894’te YMCA misyonerleri Çin ve Hindistan’daki ilk karşılaşmaları yönettiler. Kısa bir süre sonra bu ülkelere İran da katıldı. Kanada hem Springfield Koleji’nin ilk takımlarında da oynayan birçok oyuncuyu, hem de oyunun mucidini yetiştirmişti.

Buna rağmen basketbol, Michael Jordan sahneye çıkana kadar tam manasıyla uluslararası bir olay haline gelmeyecekti. İlk yıllarında genellikle bir Amerikan sporu olarak kaldı. Kanada ve Batı Avrupa’da pek yaygın değildi. Daha açık söylemek gerekirse bir Amerikan kent sporuydu. Bir söylentiye göre dripling (paslaşmak yerine) ilk olarak Philadelphia sahalarında 1890’ların sonlarına doğru ortaya çıktı. 1890 ve 1914 yılları arasındaki göç dalgalarıyla ABD’ye gelenler bu sporu şehirlerdeki göçmen evlerinde, YMCA’da, hatta dini ibadet yerlerinde keşfettiler. Yeni gelenler için bu oyun adeta biçilmiş kaftandı. Şehrin küçük arsalarında oynanabiliyordu. Oyuncuların bir pota ve bir toptan başka bir şeye ihtiyaçları yoktu. New York’taki turnuvalarda Yahudiler baskın çıkmaya başlamıştı. Amerikan Yahudileri’nin dediği gibi bu spor, her şey bir yana, “şimşek gibi hızlı düşünmeyi, hareket etmeyi ve dayanıklılığı öngörüyordu; zorbalık ve kaba kuvvete gerek yoktu.” Ayrıca göçmenlerin gözünde tartışılmaz şekilde bir Amerikan oyunuydu. Ted Vicent’ın gayet güzel özetlediği gibi, “basketbol, Franklin Roosevelt’in Yahudileri, Katolikleri ve Siyahları birleştiren (1930’lardaki New Deal siyaseti bağlamında) yeni kent koalisyonunun sporuydu.

Yıllar ile birlikte basketbolun kuralları oyunu daha hareketli, eğlenceli ve çekici kılmak adına sürekli revize ediliyordu. Örneğin potalar artık tahta karelere bağlanıyorlar, bu tahta levhalar oyunculara çok daha zor açılardan basket yapabilme olanağı tanıyordu. Ayrıca bu kural ve teknik gelişimlerin yanı sıra oyuncular da oyun içindeki bazı yöntemler ile bu gelişime katkıda bulunuyordu. Özellikle batı sahilinden gelenler, topun iki elle tutulduğu, dikkatlice planlanmış, zaman kaybettiren ve alışılagelmiş atışlar yerine, meydan okurcasına, çabucak ve tek elleriyle atış yapmaya başladılar. 1930’ların sonunda bu tip bir çok değişiklik ve yenilik basketbolun en popüler spor haline gelmesine yardım etti. 1940’ta Time dergisine göre basketbol, yetmiş bin takım ile Amerika’nın en yaygın sporuydu. İkinci Dünya Savaşının getirdiği uzun ve zorlu bir sürecin sonunda 1946’da modern profesyonel basketbol doğdu. On yıllık ulusal basketbol ligi NBL , kendisini yeni bir lig ile karşı karşıya buldu: Amerikan Basketbol Birliği BAA . Bu yeni profesyonel lig üç yönden daha güçlüydü. Birincisi takımların sponsorluğunu spor salonu sahipleri yapıyorlardı. Salon sahiplerinin hem parası hem de oyunculara tahsis edebilecekleri çekici salonları vardı. İkincisi seyirci katılımının ve medya ilgisinin yoğun olduğu büyük şehirlerdeydiler. Üçüncüsü de NBL yıldızlarını para ile kendilerine çekiyorlardı. NBL sonunda teslim oldu. İki lig birleşerek (1949) yüzyılın geri kalan bölümünde profesyonel basketbol sporunu şekillendiren Ulusal Basketbol Birliği’ni (NBA ) oluşturdular.

1952 yılında Dumont Television Network profesyonel bir karşılaşmayı yayınlayan ilk kanal oldu ve ertesi sene yani 1953-54 sezonunda NBA yönetimi organizasyonun sekizinci yılında ilk kez bir ulusal televizyon kontratı yapıyor ve yayın hakkı ilk maçı da yayınlamış olan Dumont Television Netvork firmasına veriliyor. Bundan iki yıl sonra oyuna 24 saniye kuralı getirilerek oyun çarpıcı bir şekilde hızlandırılıyor. Artık topa sahip olan takım oyunu yavaşlatamıyor ve önde olduğu zamanlarda oyunu ağırdan alamıyordu; yirmi dört saniye içinde topu elden çıkarması gerekiyordu. Hızlı oyun ve kameraların kolayca kaplayabildikleri sınırlı oyun alanı, kendisini TV’ye çoktan sevdirmişti bile. 60’larda ve 70’lerin başında NBA popülerlik ve kar açısından yeni zirvelere ulaştı. Taraftarlar merakla ve hevesle sahadaki “kişisel çekişmeleri” takip etmeye başladı. Özellikle iki siyahi Amerikalı – Boston’ın Bill Russel’ı ve Philadelphia’nın 2,15 lik Wilt Chamberlain’i- arasındaki yoğun çekişme ilgi çekiyordu. Wilt Chamberlain, Russel tarafından tutulmadıkça ligin en çok sayı yapan oyuncusuydu. Dünya siyasetinde ve kültüründe değişen zihniyet basketbola da yansıyor, hem oyun hem seyir açısından “bireysellik” ön plana çıkıyordu. 1970 ve 80’lerin başı siyahi oyuncular üzerinden dönen tartışmalarla geçiyordu. Siyahi Amerikalıların okullar arası ve profesyonel basketbolda neden baskın oldukları sorgulanan bu tartışmalarda 80’lerin profesyonel takımlarında oyuna başlayan ilk beşin %80 i siyahken, 87-88 lere gelindiğinde bile toplam yirmi üç NBA takımında siyahilerden yalnızca dört koç ve iki menajerin görev yapmakta olduğuna dikkat çekiliyordu. Bu söylem, üstü kapalı olarak “siyahi Amerikalıların spora yatkın olduğu, ancak yöneticiliğe uygun bir beyine sahip olmadığı şeklinde” savrulan ırkçı bir yaklaşımın dışavurumuydu. Üstelik bu söylem, köleliğin fiziki olarak zayıfları elediği ve bir asır sonra üstün sporculara yol açtığı gibi yanlış temeller üzerine kurulu bir fikri ve beyazların, “siyahlar fiziken üstün olabilir ama zeka açısından biz üstünüz” yolundaki kalıplanmış düşüncelerini ve görüşlerini de pekiştiriyordu. Oysa siyahi yıldızlarıyla UCLA ’da on bir ulusal şampiyonluk kazanan koç Wooden şöyle diyordu: “Bence siyahiler sporda ilerleme konusunda biraz daha hırslılar. Çünkü diğer alanlar kendilerine yeterince açık değil.” Öyleyse sorunun cevabı siyahi Amerikalıların farklı kemik yapısında yahut “doğal seçilim sürecinden geçmiş” kusursuz ve üstün bedensel yeteneklerinde değil, Amerikan toplumunun siyah ve beyazlara sunduğu olanakların arasındaki farkta yatıyordu. Tüm bu ırkçı tartışma ortamına bir de organizasyonun en sıkıntı çektiği konu olarak oyuncuların özel hayatları ve artan uyuşturucu kullanımları eklenince NBA’in geleceği tehlikeli gözüküyordu.

NBA kulüplerinin en az on tanesi ya satılık ya da iflasın eşiğindeydi. Yalnızca altı tanesi kar ediyordu. Bir kulüp yetkilisi “televizyonda iri yarı, zeki ve milyoner siyahları seyretmek isteyecek yeterli sayıda izleyici bulmak çok zor” diyordu. Newsweek’in vardığı yargı ise basitti: “NBA, sporu yüzüne gözüne bulaştırmıştı.”


Basketbolun Küreselleşmesinde Kare As Tamamlanıyor…

David Stern – Michael Jordan – Phil Knight – David Falk

Sonra yeni bir dönem başladı. Yeni atanan NBA yetkilisi David Stern genç bir avukattı. Stern, oyuncular ve kulüp yönetimleri arasında 1983 anlaşmasının kotarılmasını sağladı. Bu anlaşma sporcu ücretlerine bir üst sınır getiriyor ve böylece de (genellikle küçük medya pazarlarında kurulmuş olan) daha fakir takımlara oyuncular için rekabet etme, dolayısıyla ayakta kalma şansı tanıyordu. Ayrıca Stern uyuşturucu kullanımına karşı sert bir politika izledi. Sorunlu oyuncuların bağımlılıktan kurtulmasına yardım ediliyor, fakat uyuşturucu yasağını sürekli çiğneyenler ligden atılıyordu.

1984’te Jordan, Chicago Bulls’a katıldı. Bulls, ülkenin en parlak medya pazarlarından birinde olmasına karşın NBA’e çok az katkı yapmış, sürekli kaybeden, silik bir takımdı. Jordan’ın ortaya çıkışı, Naismith’in rüyalarıyla başlayan; Harlem “Rens” in çelik gibi disiplini, Julius Erwing’in zerafeti ve 1979 sonrasında Los Angeles’ın seyrine doyulmayan Magic Johnson’ıyla Boston’un Larry Bird’ü arasındaki siyah-beyaz rekabeti ile devam eden uzun bir gelişim sürecinin zirve noktası oldu. David Stern’in liderliğinde bu uzun tarih, şimdi insanların spora ilgisinin ve Amerika’nın ulusötesi şirketleriyle bazı sporculara muazzam karlar sağlayacak olan yeni küresel teknolojinin sağladığı sınırsız olanaklardan yararlanma yolunda ilerliyordu.

Michael Jordan'ın tam bir pazarlama harikasına dönüşmesini sağlayan iki insan var: David Falk ve Phil Knight.

Eski bir profesyonel tenis oyuncusu ve 1975 mezunu bir hukukçu (George Washington Üniversitesi) olan Falk, 1970'li yıllardan itibaren NBA yıldızlarının menajerliğini yapmaya başladı. 1976 (John Lucas) ve 1981 (Mark Aguirre) NBA Draftı'nda bir numaradan seçilen oyuncular ile sözleşmeler imzaladı. Falk'un çalıştığı ProServ Hukuk Bürosu, sporcuları yalnızca sözleşme pazarlıkları esnasında değil; promosyon anlaşmaları sırasında da temsil eden ilk profesyonel ajanstı o yıllarda. Falk, North Carolina'dan mezun olan Tom LaGarde, Phil Ford, Dudley Bradley ve James Worthy gibi yıldız isimlerle beraber çalışmıştı.

1970'ler sonu ve 1980'ler başında birçok firma, kendilerini siyahî sporcuların temsil etmelerini istemiyordu. Söz konusu dönemde yalnızca Kareem Abdul-Jabbar, altı haneli bir sponsorluk anlaşmasının altına imza atabilmişti (Adidas, 100.000 $). Daha sonra ise -1982 yılında- David Falk'un menajerliğindeki James Worthy, New Balance firmasından sekiz yıllık anlaşma için 1,2 milyon dolarlık bir kontrat kapıyordu. David Falk, 1984 senesinde Michael Jordan ile anlaştı. Eğrisi doğrusuna denk geldi adeta. Sponsorluk başlığının daha da büyümesi ve tüm bunların bir oyuncu önderliğinde yapılması gerektiğini düşünüyordu, Falk. Nike'ın sahibi Phil Knight, servetini ve şirketini büyütmek isterken; Şubat 1984'te NBA Komiserliği'ne getirilen David Stern de profesyonel basketbolun dünya çapında tanıtılabileceğine ve ortaya kârlı bir iş çıkabileceğine inanıyordu. Böylece kare as tamamlanıyor ve M.J. üzerinden NBA kendini yeniden “var ediyor”du.

Nike, Michael Jordan ile anlaştı. Nike ve Jordan'ı bir araya getiren isimdi, David Falk. Nike ve Wieden & Kennedy, yine siyahî bir yıldız ile imparatorluklarını büyütme imkânı yakaladılar.

ABD'li sinema yönetmeni Spike Lee, 1986'daki ''She's Gotta Have It'' adlı filminde baş aktör olarak Mars Blackmon karakteri ile boy gösterdi. Blackmon, Michael Jordan'ın büyük bir hayranıydı. Ve her gece yatağına, o dönem Jordan'ın tanıtımını yaptığı, Nike marka spor ayakkabıları ile giriyordu. Spike -Mars ve Michael'ı bir araya getiren- 1980'lerin en popüler reklamlarını yaptı. Bu dönemde Jordan ismiyle piyasaya sürülen ''Air Jordan'' ayakkabıları, adeta yok sattı. 1987 yılında ise Nike, David Falk ile yedi yıl için 18 milyon dolarlık bir kontrat imzaladı. Phil Knight, satılan her Air Jordan ayakkabısından Michael Jordan'a isim hakkı vermeyi de kabul ediyordu.

Nike, müthiş bir strateji ile ilerliyordu yoluna. Jordan sonrasında, Charles Barkley ile anlaşılmıştı. ''I'm Not A Role Model'' kampanyanlarında yine Nike ve Wieden & Kennedy işbirliği vardı. Diğer yandan; Michael Jordan'ın örnek sporcu karakteri, Nike'ın önemli kozlarından biri olarak reklam kampanyalarında kullanılmaya devam ediyordu. Nike, o dönem olumlu figürlerden olan beyzbol ve futbol yıldızı Bo Jackson ile de anlaştı. 1991 yılında yapılan bir anket sonucunda Michael Jordan ile Bo Jackson'ın dünya üzerindeki en popüler sporcular olduğu gerçeği çıkıyordu ortaya. Ve hiç kuşkusuz bu, yalnızca çok başarılı birer sporcu oldukları için değildi.

Jordan, Nike sonrasındaki kariyerinde, Coca Cola, Chevrolet, Gatorade, McDonald's, Ball Park Franks, Rayovac, Wheaties, Hanes ve MCI gibi şirketlerle de çalıştı. Looney Tunes karakterleri ile iletişim hâline kalan Jordan, 1996 yılında ''Space Jam'' adlı sinema filminde rol aldı. Film, 230 milyon doların üzerinde gişe hasılatına sahip oldu.

Michael Jordan, her sezon yalnızca sponsorluk anlaşmalarından dolayı, 40 milyon dolardan fazla gelir elde etti. Ayrıca Chicago Bulls, tüm maçlarını kapalı gişe oynadığı için, Jordan'a olan minnetini senede 33-36 milyon dolarlık kontratlarla göstermek istedi. Bulls'taki son sezonunda 36 milyon dolara imza atan Jordan, Amerikan sporları tarihinde -bir sezon içerisinde- en fazla ücret alan oyuncu oldu.


İletişim Teknolojileri: Uydu yayınları…

“Şimdi her yerde bir spor yaşantısı var” diye gözlemde bulunuyordu Knight: “Anında her şeyi kuşatıveriyor, hemen yanı başında, beşikten mezara kadar… ve bu bir dünya kültürü.” Kayda değer bir iddiaydı bu: Spor, dünya üzerindeki insanları birbirine bağlayan bir kültürdü. İkna edici birkaç delil de gösterilebilirdi. İlk delil Michael Jordan’dı. “Böyle bir şey olabileceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim” diyordu. Lise sonda ve üniversite yıllarındayken popüler olmuştu ama “ulusal çapta –ya da istesem bile dünya çapında- ünlü olabileceğimi hiç düşünmemiştim.”

1970’lerde kablolu tv ve iletişim uyduları gibi nefes kesen teknolojik ilerlemeler bu sporun hitap ettiği kitleyi genişletecek ve pazarın önünü açacaktı. 1936’da Hitler Almanya’sında düzenlenen olimpiyatlar, televizyondan yayınlanan ilk büyük spor olayıydı. Bu görüntüleri 150.000 kadar insan izleyebilmişti ama yalnız Berlin içinde. O günkü teknoloji sadece bu kadarına izin veriyordu zira. Fakat 50 yıl sonra DBS sistemi sayesinde NBA maçlarının yayını ülke sınırlarını aşmaya başladı. Özellikle Jordanlı Bulls’un maçları ilgi çekiyor, bu maçlar 93 ülkeden izlenebiliyordu. İlk DBS, 1974 yılında NASA tarafından yerleştirildi. NASA 1969’da aya ilk insanı göndermişti, ama DBS’nin dünya insanlarının günlük yaşantısına etkisi, insanoğlunun aya adım atmasının etkisinden kat be kat büyük olacaktı. Bu yeni iletişim sistemi, para bastıkça (reklamcılık açısından müthiş bir ulaşılabilirlik yaratıyordu) sihirli bir yazarkasayı; devletlerin düzenlemelerini ve coğrafi sınırları paramparça ettikçe de bir dinamiti andırıyordu. NBA maçlarını ve Jordan’ı dünyanın tecrit edilmiş uzak köşelerine bile götüren de işte bu sistemdi. Üstelik sadece Jordan’ı ve sportif başarılarını değil sponsorlarını ve üzerindeki her şeyi –ayakkabısı, içeceği, arabasının markası, vs- gittiği tüm ekranlara götürüyordu. Nike firması da aynı araçlar sayesinde karına kar katarak dünyada egemen bir spor markası oluyordu. Swoosh adı verilen, sonu biraz daha uzun “tik” şeklindeki logosu ve “just do it” sloganı adeta bir ülkenin bayrağı ve milli marşından daha akla kazınmış bir simge haline geliyordu. Jordan Nike marka yeni ayakkabılarını giydiğinde NBA bu ayakkabıları fazla renkli buldu ve yasakladı. Bu Nike’ın işine gelmişti çünkü kurulu düzene karşı reklamlar istiyorlardı. Zaten ilk zamanlarda atletlerle sponsorluk imzalayacakları zaman bu kişilerin başarılı olma özelliğinin yanında sivri dilli ve asi ruhta olmasına da özen gösteriyorlardı. Bu yasaklama olayı müthiş bir “ilgi” ve dikkate neden olmuşken Jordan yeni ayakkabılarıyla harikalar yaratıyordu. “Satışlar birden fırladı” diyor Nike’ın sahibi Knight. Ayakkabıların tanıtımı için sıradan bir reklam yerine Bulls’un yıldızını seçmelerini ise şöyle açıklıyordu: “60 saniyede çok şey anlatamazsınız, fakat Michael Jordan’ı gösterdiğinizde bir şey anlatmak zorunda kalmazsınız. İnsanlar onun hakkındaki pek çok şeyi zaten biliyorlar.” İşte bu kadar basit. Bir başka deyişle Jordan, tıpkı Swoosh gibi bir imgeydi.





1992 Olimpiyatları ve “Bayrağa Sarılış”…

Küresel kapitalizmin getirisi olan değerlerin ne gibi ikilem ve zorlamalara yol açtığı, nasıl köklü değişimler yarattığını anlamak için 92 olimpiyatlarındaki basketbol finaline ve kupa töreninde yaşananlara doğru tarihi bir yolculuk yapmak yararlı olacaktır.

ABD’yi Olimpiyatlarda temsil eden “Rüya Takım”ın aslarını, Jordan, Scottie Pippen, Charles Barkley, Chris Mullin, David Robinson ve John Stockton ile Larry Bird ve Magic Johnson oluşturuyordu. Rüya Takım’ın rakiplerini kolayca ezip geçeceği ve sonunda altın madalyayı kazanacağı –rakipleri tarafından bile- tahmin ediliyordu. Ancak Rüya Takım’ın şeref kürsüsünde, üzerinde Reebok logosu bulunan kırmızı-beyaz-mavi ABD eşofmanlarıyla yer alması gerekecekti. Reebok böylesine değerli bir reklam için Amerikan Olimpiyat Komitesine 4 milyon dolar ödemişti.

Reebok, Phil Knight’ın en nefret ettiği rakibiydi. Nike’dan bir çok konuda farklı olan bir firmaydı. Farkı, sadece ayakkabıları değildi. Rahat, ağır başlı bir şirket kültürü vardı. Bu, kafasına göre hareket eden, bir verip bin alan Knight’ın tüm değerlerine tersti. Jordan, Barkley ve diğer ABD takımlarından (aynı olimpiyatta diğer sporlarda ülkeyi temsil eden takımlardan) birkaç sporcu Reebok logosunu taşımak istemediklerini açıkladılar. Jordan: “Rakibimin ürününü tanıtmamın doğru olacağına inanmıyorum, kendi şirketime sadık kalmam gerektiği kanısındayım” dedi.

Basın bu olaylar üzerine Jordan ve Barkley’e yaylım ateşi açtı. Köşe yazarı Dave Anderson, “onlar ABD yerine Nike’ı temsil ettiklerini sanıyorlar” diye yazdı New York Times’da. “Jordan olimpiyat takımına Nike gezegeninden kiralanmış bir uzaylı değildir. Firmasına karşı sadakatine gelince; Gatorade daha fazla para önerdiğinde Jordan, Coca Cola’ya ne kadar sadık kaldı? Coca cola’yı hemen bıraktı.” Bob Ryan ise Boston Globe gazetesindeki köşesinde Jordan’ı “gerçek dünya ile kopma raddesine” geldiği gerekçesiyle suçlamakta, “Nike’ın istismarı sonucu Jordan imgesinin yok olma tehdidiyle karşı karşıya kaldığını” söylemektedir.

Saldırıların en acısı New York Post köşe yazarı Mark Kriegel’den geldi. Kreigel’e göre Jordan ve Barkley ABD için değil “spor dünyasının gangster çetesi olan Nike için oynuyordu; nitekim gangsterler sadece dolara sadıktırlar.” Kreigel kendisinin 1968 Olimpiyatları’nda ABD’li siyahi sporcuların ırkçılığa karşı yaptıkları protesto gösterisine saygı duyduğunu söylüyordu; onlarınki siyasal içerikli ve anlamlı bir cesaret örneğiydi. Ancak şimdi Jordan ve Barkley’in verdikleri mesajın ırkçılık karşıtlığı ile bir ilgisi yoktu, hatta hiçbir anlamı da yoktu. Sadece 150 dolarlık spor ayakkabılarını Saratoga Caddesindeki fakir siyahi çocuklara nasıl satacağını düşünen Nike ile bir ilgisi vardı. Kreigel sözlerini “bir avuç serseri bunlar” diyerek noktalıyordu.

Risk büyüktü. Basketbol finallerini izleyecek seyirci sayısı, 193 ülkeden tahmini 60 milyon kişiydi. Eleştiriler yoğunlaştığı sırada Nike’ın bir müdürü firmayı tartışmadan uzaklaştırmayı denedi. Bunu “bu hafta Jordan ile hiç görüşmedik, görüşecek de değiliz” gibi garip bir açıklamayla yapmaya çalışmıştı. Söylendiğine göre Knight, kamuoyunda aleyhine esen bu rüzgardan fena halde ürkmüştü. Neyse ki tüm dünya izleyicisinin gözleri önünde “Rüya Takım” altın madalyayı almak için kürsüye doğru yürüdüğü sırada, Jordan logo problemini çoktan çözmüş, ABD bayrağına sarınarak Reebok logosunu gizlemişti. Jordan bu olayın ardından şöyle diyordu: “Ben inandığım şeyi yaptım. Bir iş için on iki Clint Eastwood kiralarsanız, onlara silahlarına hangi mermiyi koyacaklarını sormazsınız. Bundan alınacak varsa alınsın, bana ne!”

Bu, zaten kumarcı ve uyuşturucu satıcılarıyla ilişkileri yüzünden zedelenmiş ününü arttırmaya yaramamıştı, ancak ayakkabı firmaları her şeye rağmen kar etmekteydiler. Bir spor analistinin kaydettiği gibi “şimdilerde herkes olimpiyatlara Nike ile Reebok karşılaşması olarak bakıyor. Firmalar kimin ne zaman hangi markayı taşıyacağıyla övünüyorlar. Medya ağları da bayıla bayıla olayın üstüne gidiyor.” Olimpiyatların düpedüz bir ticaret aracı haline gelmesi artık yeni bir haber olmaktan çıkmıştı. Fakat Nike hakkındaki suçlamalar korkulacak kadar yeniydi. Sonraki dönemde ise yine kar amaçlı olarak güdülen bir şirket politikası olan “ucuz emek” sorunsalı şirketin başına belalar açacaktı. Nike, ürünlerini işçi ücretlerinin pahalı olduğu ve sosyal haklarla korunan emek piyasalarının var olduğu ABD yahut Batı Avrupa ülkeleri yerine, fabrikalarını doğu Asya’da kurmayı tercih ediyordu. Bu durum da yine küreselleşmenin yarattığı sorunlar açısından müthiş bir paralellik gösteriyordu.


Sonuç Yerine…

Olimpiyatlarla başlayıp yine olimpiyatlarla bitirdiğim bu çalışmada sporun tarihsel gelişiminin uluslararası siyasetin temel tarihsel gelişimi ile nasıl paralellik gösterdiğini ve küreselleşme perspektifinde doğuşu ve gelişiminin incelenmesi sonucu basketbolun bu sürece en erken başlayan ve dolayısıyla neo-liberal dünyada en fazla kullanılan, küresel-kapitalist hegemonya sürecinde önemli bir kültürel araç olduğunu ispatlamaya çalıştım. Bu başarının kanımca en büyük nedeni, bu sporun çağın başat gücü olan ABD menşeli olmasıdır. Held’in yaptığı 8 başlıklı “çağlara göre küreselleşme seviyesini tanımlayabilmek için kullandığımız tablo” yardımıyla şunu görebiliriz: İlk doğduğu 19.yüzyıl sonunda iletişim araçlarının nimetlerinden yoksun olmasına rağmen YMCA misyoner örgütünün ağları sayesinde basketbol icat edildikten birkaç yıl sonra okyanus aşırı ülkelerde oynanmaya başlamış, küresel ağların genişleyeceği, birbirine küresel bağlantılılığın yoğunlaşacağı, zamansal ve mekansal boyutta olumlu yönde değişimlerin yaşanacağı ve en önemlisi uydu teknolojisi sayesinde iletişim ağlarının tüm gezegeni kaplayacağı 20.yüzyıl boyunca da gelişimini sürdürmüştür. Küreselleşmenin altyapısında çok kilit rol oynayan “iletişim teknolojileri” Amerikan kültürünü diziler ve Hollywood imgesiyle dünya üzerindeki her yerde, her eve sokabilmesiyle paralel olarak basketbol da ABD kültürünün enjeksiyonunun bir parçası olarak evlerimize girmeye başlıyordu. Avrupa basketbolunun seviyesi ve standartları günümüzde her ne kadar yükseldiyse de seyir zevki ve dolayısıyla popülarite açısından NBA hala biricikliğini korumaktadır. İşte bu nedenledir ki burnumuzun dibindeki salonda oynan Türkiye Ligi maçları bizi pek ilgilendirmiyorken, 2010 yazında (yani bu yaz) Türkiye’de yapılacak olan Dünya Basketbol Şampiyonasında, maçlarını İstanbul’da gerçekleştirecek olan ABD Rüya Takımı’nı izleyebilmek için insanlar bilet kuyruğuna şimdiden girmektedir. Basketbol müthiş bir görsel şova dönüşmüş, bu şovun yarattığı popülarite sponsorları daha fazla mali kaynak akıtmaya yöneltmiş, daha fazla mali kaynak ise şovun daha da kaliteli ve popüler hale gelmesine yol açmış, bu sürekli döngü bu şekilde devam etmiştir. İyi yönetilmeye devam ettiği ve popülaritesini yitirmediği sürece –ki sürekli yetenekli ve yıldız isimler meydana çıktığı sürece bu devam edecektir- NBA, müthiş pazarlama teknikleriyle soframıza sunulmaya devam edilecektir. Tabi ki bu sırada ayağımızı ayakkabılarıyla, bedenimizi eşofman ve formalarıyla, kısacası tüm maddesel dış dünyamızı da çevreleyerek devam edecektir.

DOĞRUDAN AMERİKAN ETKİSİNİN MİLADI: ROBERT KOLEJİ

DOĞRUDAN AMERİKAN ETKİSİNİN MİLADI: ROBERT KOLEJİ


Türkiye’ de Amerikanlaşma dendiğine akla ilk gelen küreselleşme sürecinde Amerikan hayat tarzının tüm dünyaya olduğu gibi bu topraklara da yerleşmesidir. Yüzeysel bir benzetmeyle elinde coca-cola ve hamburger ile Hollywood yapımı bir film izlemek için sinemaya ayağında Nike ayakkabılarla gitmek şekilsel olarak Amerikanlaşmanın örneği olabilir. Peki ya bunun ötesinde? Tüm ülkelerin bu şekilde, aynı hayat tarzının dayatılması sürecinden geçtiğinden yola çıkarak bir zamanların meşhur deyimiyle “küçük Amerika” oluşumuz, yani bizdeki Amerikan etkisinin diğer ülkelere göre farklılığı ve biricikliği ne ile açıklanabilir? Türkiye’de doğrudan Amerikan etkisi ne zaman başlamıştır? Bunun cevabını aramak için 19.yüzyıla, Türk modernleşmesinin ve kültürel dönüşümün en kritik evresine gitmek ve bu etkiyi kültürel enjeksiyonun kurumsal ilk yapısı olan; Amerika Birleşik Devletleri toprakları dışında kurulan ilk Amerikan koleji, Robert Koleji’ni milat alarak açıklamak gerek. Bu analizi ise bizzat Kolejin ve ABD’nin Türkiye misyonlarıyla ilgili unsurlarının kendi kaynakları ve açıklamalarıyla yapmak daha sağlıklı olacak ve çalışmam, havanda su dövmekle eş değer olan misyonerliğin lanetlenmesinden farklı bir konuma geçecektir.


On dokuzuncu yüzyıl, batılı devletlerin modernite sonrası edindiği güç karşısında görece geride kalan ve bu geride kalışı somut olarak en fazla askeri ve siyasi alanda yaşayan Osmanlı İmparatorluğu’nun en kökten değişimleri en şiddetli ve en çabuk şekilde yaşadığı dönemdir. 1839 Tanzimat, 1856 Islahat Fermanı; askeri alanda yapılan revizyonun ötesine geçişin ve topyekün bir zihniyet değişiminin mihenk taşları olmuştu. Hangi sebepten olursa olsun –ister içten gelen bir modernleşme isteği, ister dış baskıların bir dayatması, isterse her ikisinin mantıksal çerçevedeki bir kombinasyonu- bu dönüşüm, kendinden daha ileride gördüğü devletlerin siyasal, ekonomik ve kültürel kodlarının kopyalanması dahilinde olmuştur.


Bu batıya entegre olma sürecinde işin en önemli sahası “eğitim” olduğundan İmparatorluk, hem kendi unsurlarını batıya gönderip oranın değerlerini ve mekanizmanın işleyişini öğrenmeye çalışıyor hem de yapılan hukuksal düzenlemelerin hazırladığı alt yapı sayesinde dışarıdan gelen unsurları kendi topraklarına çekiyordu. İmparatorluğun kapılarının batılı misyoner eğitimcilere açılması, Hıristiyan propaganda göreviyle gelen bu kişilerin toplumda etki yaratarak din değiştirmelere sebebiyet vermesinin ötesinde her yabancı güç, bu birimleri sayesinde kendine bir yaşam alanı ve nüfus gücü elde ediyordu.


İmparatorluk topraklarındaki bu nüfus savaşında farklı bölgelerdeki küçük ve ilahiyat çizgisinde faaliyet sürdüren yapılanmaların arasından öyle bir kurum çıkacaktır ki hem zihniyet, hem faaliyet hem de kuruluş süreci ve devletten aldığı imtiyazlar bakımından ilk olacak, ve bir buçuk yüzyıl sonra yine aynı yerde, aynı kudreti ve etkisiyle faaliyetlerine devam ediyor olacaktır. Bahsettiğimiz okul Amerikan misyonunun bütün varlığıyla kurup geliştirdiği temel eseri olan, esas okulu Robert Kolejidir.


Hayatını kafirleri dine döndürmeye adamış, aileden gelen katı bir dinsel altyapısını ülkesinin dış görevlerinde kullanacağı elemanların yetiştirildiği kilise kontrolündeki simsarlar birliğinde aldığı eğitimle birleştirip 1830 da deniz aşırı göreve gitmesi gereken Cyrus Hamlin’in görev yeri İstanbul’du. Bu zat ileride Robert Koleji’nin kurucusu olacaktır ve işe 4 Kasım 1840 ta iki öğrenciyle açtığı Bebek İlahiyat okulu ile başlar. İlk yirmi yıl içerisinde Hamlin bir “rüştünü ispat” süreci geçirir, Kırım Savaşında İngiliz birliklerine ekmek sağlayan bir fırın işletir, Osmanlı’nın alev alev yanan bölgesi Balkanlar’a 1957 yılında gidip sondaj çalışmalarında bulunur ve sermaye işini halletmesi, üzerinde kurulacak arsanın belirlenip satın alınması, inşaat izninin verilmesi ile birlikte aslında 1863 te eğitime başlayan Robert Koleji 4 Temmuz 1869 da hem tarih hem de katılımcılarının profili açısından hangi unsurlardan oluştuğu ve açıkça kime hizmet ettiği anlaşılan bir görüntü ile açılışını yapar.


Peki koleji bir milad yapan fark nedir? Kuruluş aşamasında Mr.Robert ve Hamlin kolejin bir Hıristiyan okulu olmasını, ancak herhangi bir mezhebe bağlılık yerine seküler bir görünüm arz etmesini isterler. Onlara göre bir misyonerin “yabancı” olması hitap ettikleri insanlarda çekince yaratıyordu. Çünkü bir misyoner ilk ve en önemli iş olarak kendisini dinleyecek insanlar bulmalıydı. Bu insanları bulma konusunda kurucular, Gustav Warneck’in şu felsefesini savunmaktaydılar: “Tek tasarlanabilir yol, her millete kendi adamlarının, Rumlara Rumların, Ermenilere Ermenilerin, Kıptilere Kıptilerin, Nasturilere Nasturilerin incili nakletmesidir”. İşte bu nedenden ötürüdür ki hangi hedef doğrultusunda olursa olsun, kolej hep “liderler” yetiştirmeyi amaçlamıştır. Başvurduğum kaynaklardan birinde Bulgaristan ülküsünü gerçekleştirmek için kurulan Robert Koleji betimlemesi her ne kadar biraz abartılı gelse de Kolejin ilk ciddi misyonu Bulgar isyanı konusunda olmuştur. Önceki bölümde de belirttiğim gibi Hamlin 1857’de Balkanlar’a gidiyordu. 1863’te Kolej 4 öğrenci ile eğitime başlıyor 64’ten itibaren de Bulgar öğrencilere her yıl artan sayıda kontenjan ayrılıyor, ihtilalci fikirlerle yetişen gençler Balkan isyanlarının elebaşları oluyorlardı. Nitekim Robert Kolej’in ilk talebeleri arasında bulunan Bulgar ihtilalcisi Mateef, Bulgarca Mir Gazetesi’nin 20 Haziran 1936 tarih ve 10.774 numaralı sayısında şunları yazıyordu:


“Dr.Cyrus Hamlin Müslümanlık nereden İstanbul’a girmişse Hıristiyanlığın da oradan girmesi için Rumeli Hisarı’nın en yüksek kulesi üzerinde bir kolej açmak istiyordu”


Tam da bu noktada değinmek gerekir ki Kolej’in yapıldığı yer konusu da ayrı bir ehemmiyet arz etmektedir. Kuruluş fikirlerinin filizlendiği dönemlerde Hamlin ortaya tüm Hıristiyanların hoşuna gidecek bir öneri sunuyor, Türklerin İstanbul’u fethetmek için yaptıkları boğazkesen hisarını yaptırdıklarına dikkati çekiyor, “biz de aynı yerden başlamalıyız” diyordu. Bu takıntı o kadar önemli boyuttaydı ki inşaat için kullanılan tuğlalar ve malzeme için bile hisarda kullanılan tuğla ve harcı tutturmaya çalışıyordu. Arsanın alımı ise ilk önce sahibi tarafından verilen red cevabına takılmıştı, bu iş için Birleşik Devletler sekreteri Mr.Brown’un görevlendirilmesi bu projenin ciddiyetinin bir örneği olduğu gibi muhatap olunan arsa sahibinin kimliği de bu durumda etkiliydi. Cevabın ve arsanın sahibi çok da yabancı bir isim değil, Paris sefirimiz ve modernleşme sürecinin kilit isimlerinden Ahmet Vefik Paşa’dır. Fakat Paşa birkaç yıl sonra yurda döndüğünde kişisel borçlarından mı yoksa devletin borçlarının yarattığı diplomatik baskıdan mıdır bilinmez arsayı çok daha düşük bir bedele satmaya razı olmuş ve bu durum Hamlin’in kendi deyişiyle “yüreğini hoplatan” bir karar olmuştur. Meryem Binti Toma (Hamlin’in eşi, ilginçtir o zaman yabancıların mülk edinmesi yasaktı ve her nasılsa bu bayan Türk tabiiyetine geçirilmiştir) adına satın alınan arsayı elde etmek ile iş henüz bitmemiştir. Paşa arsayı satmaya razı olsa da inşaat izni konusunda çekingen davranan Osmanlı devleti ise Girit isyanına yardıma geldiği yahut bunun gizli bir ultimatom olduğunu algıladığı ABD’li Deniz kuvvetleri komutanı Amiral Faragut’un İstanbul’a gelişi nedeniyle inşaata bir ferman ile izin verir. Ferman Mithat Paşa’nın Vezir-i Azam seçildiği sırada çıkarılır. Robert Koleji ABD toprakları dışında kurulan ilk Amerikan koleji olduğu gibi Osmanlı topraklarında kendi ülkesinin bayrağını dalgalandırmasına izin verilen ilk yabancı okuldur. Aslında arsanın satılması ve okulun kurulmasına tek muhalefet Osmanlı yönetiminin bizzat içinden gelen muhalefet değildir. Dış siyasetleri gereği buna karşı olan Fransa ve Rusya, Yahudi hahamı Abbe Bore, Roma Katolik Papazı ve Protestanlığın dışında diğer Hıristiyan mezhepleri mensupları da Robert Kolej’e karşıdırlar. Özellikle Fransa unsuru önemlidir çünkü modernleşmenin kültürel kısmı bu ülkedir: İmparatorluk Batı’yı Fransa’dan seyretmektedir. Fransa ise bu okulun kuruluşunu tehdit olarak algılar ve koleji Amerikan nüfuzunun merkezi olarak görür. Artık hegemonya kültürel alanda en çetin savaşını vermektedir. Bu nedenle güç dengesinin giderek Amerika lehine değişeceğini gören Fransa etki ve gücünü sürdürmek için modern anlamda bir ilk olan –ilk defa Müslüman ve gayrimüslim çocukların bir arada okuduğu- Galatasaray Lisesi’ni açar. Lisenin dili Fransızca olacaktır. Öğretim elemanları Fransa’dan karşılanacak, bütün giderleri ise imparatorluğa yüklenecektir. Böylece Fransa hem Amerikan etkisini dengeleyecek, hem de kültürel ve siyasi sömürgeciliğini sürdürecektir. Bunun faturasını da imparatorluk ödeyecektir.


Hem Bulgar isyanında oynadığı rol hem de kuruluş sürecindeki olaylar ile ilgili örnekler çoğaltılabilir. Fakat çalışmama son verirken iki şeye dikkati çekmek istiyorum. Birincisi kolej kolektif bir Amerikan projesi olarak filizlenmiştir. Christopher Robert, Hamlin ile tanışıp ideallerini birleştirdikten ve Amerika’ya geri döndükten sonra kurumu oluşturmak ve devam ettirmek için gerekli finans kaynaklarını temin etmek adına New York’ta İstanbul Robert Koleji derneğini kurar. Amaç vatansever ve Hıristiyan Amerikalılardan, bu deniz aşırı görevi gerçekleştirebilmek adına bağış toplamaktır. Tüm bu bağışların katkısı önemlidir fakat bizzat Robert’in yaptığı katkı kolejin varoluşunda belirleyici faktördür. Ayrıca ölünce de mirasının çok büyük bir kısmını koleje bırakmıştır. Tüm bu nedenlerden ötürü de önce farklı isimler üzerinde tartışılsa da Hamlin’in fikriyle okulun adı Robert Kolej olmuştur. Devlet yetkililerinin “bütün Amerikan unsurlarının toplamından daha fazla işi Robert Kolej’in tek başına yaptığını” dillendirmesi boşa değildir. Çünkü kurulduğu tarihten 1914 e kadar harcanan dolarların istatistiğine bakıldığında Robert koleji diğer tüm Amerikan orijinli ardıl kolej ve okulların toplamından daha fazla harcama yapmıştır (3.070.000 $). Ardıl diyorum çünkü kolejin kurulmasını takip eden yıllarda yine istanbul’da ve Anadolu’nun farklı köşelerinde Amerikan kolejleri açılmıştır (ör: Tarsus Robert Koleji Mersin 1876, Fırat Koleji Harput 1878, Anadolu Koleji Merzifon 1886). Hatta Robert Kolej’in ilahiyat kısmı daha sonra Merzifon’daki koleje nakledilmiştir.


Son olarak belirtmek istediğim şey ise yazımın içinde de bahsettiğim “açılış günü fotoğrafıdır”. Bu karedeki unsurları saydığımızda ve o açılışın görüntüsünü betimlediğimizde hem kolejin nasıl bir ciddi politik ve siyasi arka planı olduğunu hem de neden bir “ilk” ve “milad” olarak gördüğüm daha iyi anlaşılacak. Daha önce de belirttiğim gibi kolejin açılmasına izin veren irade, ona başka hiçbir ülkeye bahşedilmeyen bir başka hakkı, Amerikan bayrağını taşıma hakkı da veriyordu. Devletlerarası politikanın en jeo-stratejik yerinde, boğazı tepeden gören bir alanda dalgalanan Amerikan bayrağının altında, Amerikan bağımsızlık gününün yıldönümü olan 4 Temmuz 1869’da tertiplenen ihtişamlı temel atma töreninde ABD Kabinesinden Mr.Joy Morris taşı temele koyar ve ilginç konuşmasını “…bu eser deniz aşırı bir ülkenin vatandaşlarının yüce hürriyet anlayışlarının bir abidesi olarak kalacaktır…” diye tamamlar. Bundan sonra sırasıyla sekiz kişi daha konuşur: Amerikan yüksek mahkeme üyelerinden Sir Philip Francis, Birleşik Devletler Sekreteri J.P.Brown, İngiliz elçilik rahibi papaz C.B.Gribble, Yunan Philip Apostolides, Protestan Ermenilerin temsilcisi Hagop (agop) Efendi, Bulgar Petko Garbanoff (kolejin slav dilleri hocası, profesör ve Hamlin’in eski bir öğrencisidir), Ermeni Papaz Pastör Avadis ve nihayet Amerikan misyoner cemiyeti üyelerinden Dr.Pratt’ın kısa bir konuşmasından sonra tören, kilise adabına uygun olarak ilahiler okunup, duayla bitirlir. Açılışta bütün bunlar yetmiyormuş gibi, İmparatorluğun Washington büyük elçisi de yerini alır. Sadece bu tören bütün boyutlarıyla düşünülebilirse, bu ekibin ruh fotoğrafını tüm açıklığı ile ortaya sermek mümkündür. Nihai amaçları, neye ve kime hizmet ettikleri, kimler tarafından desteklendikleri ve yapmak istedikleri olağanca açıklığı ile idrak edilebilir ve Türk toprakları üzerinde doğrudan Amerikan etkisinin miladının Robert Kolej’in kuruluşu olduğu rahatça söylenebilir.

Hamzaviler

HAMZAVİLER

Osmanlı topraklarında doğup gelişen ikinci dönem Melamiliğin (Bayrami-Melamilik) 16.yüzyılda tarikatı Balkanlara yayan şeyhi Bosnalı Hamza Bali’nin 1561 yılında İstanbul’da idam edilmesinin ardından aldığı isimdir. Üzerindeki siyasi baskı nedeniyle zamanla gizli bir tarikat hüviyetine büründüklerinden ötürü tarikatın tarihi seyrini izlemek hayli zordur. Üstelik önemli 3 liderinin şeyhülislam fetvasıyla idamı ve en sonunda da tarikatın sindirilerek neredeyse yok edilmiş olması, araştırma sürecinde kaynak bulma ihtimalini oldukça düşürüyor. O nedenle çok farklı siyasi tarih kitabı ve makalelerinin içinden yoğun bir tarama sonucu parça parça bulduğum bilgileri birleştirerek bu tarikatın net bir fotoğrafını çekmeye çalıştım. Şimdi tarihi bir perspektiften bu tarikatın dönüşüm süreci ve kırılma noktalarını inceleyerek “bir padişahın benimseyip müridi olduğu Bayramilerin nasıl olup da bir yüzyıl sonra aynı padişahın büyük büyük dedesi tarafından sistemli bir şekilde yok edildiğini” görelim.


Hacı Bayram-ı Veli…

On beşinci yüzyılın başlarında Ankara bölgesinde kurulan Bayramiye tarikatının kurucusudur. Hamzavilerin şeceresinin en tepe noktası olmakla beraber kuruluş aşamasında heterodoks islamın temsilcisi olsa da sunni çizgide oluşu vurgulanması gereken en önemli noktadır. Dönemin yapısal ruhu içinde tarikatların etkisi ve varlığı olağan ve yoğun olsa da kuruluşundan kısa bir dönem sonra müridlerinin sayısındaki inanılmaz artış nedeniyle dikkati çeken bu tarikat zamanla bir tehlike olarak görünüyor ve şeyh Bayram Veli prangalanarak Edirne’ye, 2.Murad’ın huzuruna götürülüyor. Fakat Murad, şeyhin “ne kadar büyük bir zat” olduğunu anladıktan sonra özür dileyerek serbest bırakıyor, kendisi de Bayrami oluyor ve “bölgedeki Bayrami dervişlerden vergi alınmayacak” emrini buyuruyor. Şeyh Ankara’ya döndüğünde hem padişahın bu tavrı hem de yüksek ihtimalle vergi muafiyetinden ötürü zaten yüksek olan müridlerinin sayısı daha da katlanarak artıyor. Efsane midir bilinmez ama sadece vergi meselesi yüzünden, çıkar için tarikatı benimseyenlerden kurtulmak adına Hacı Bayram Veli şöyle bir çare düşünüyor. Padişahın görevlileri kaç müridi olduğunu sormaya geldiklerinde şeyh çadırın içine elinde bir bıçakla giriyor ve “kim benim müridimse arkamdan gelsin” diyor. Bir kişi içeri giriyor ve şeyh bir koyun keserek kanını çadırın altından dışarıya doğru akıtıyor. Bunu gören kalabalık korkudan kaskatı kesiliyor fakat içlerinden bir kadın “Allah yolunda kurban olmaya” razı olduğunu haykırıp içeriye giriyor. Şeyh bir koyun daha kesiyor ve yine kanı gören diğer müridler kadının da kurban edildiğini sanıp kaçıyorlar. Çadırdan dışarı çıkıp kimsenin kalmadığını gören Hacı Bayram: “Bir buçuk müridim vardır, geri kalanlardan vergi alınsın” diyor. Buradaki buçukluk olayı anladığım kadarıyla müridinin birinin kadın olması ve o dönem şeriat kanunlarınca mahkemede 2 kadının şahitliğinin tek kişi gibi sayılması yani kadının hukuksal olarak “yarım” varoluşundan kaynaklanıyor.


Şeyhin ölümü ve en belirleyici yol ayrımı…

Tarikatta en kritik dönüşüm daha en başta, Hacı Bayram Veli’nin ölümüyle (1430) yaşanıyor. Oluşumun içinde çağdaşı başka lider kişilikler olsa da şeyhin halefi, ileride tüm dünya siyasetini derinden etkileyecek bir dönüşüm noktası olarak İstanbul’u fetheden Sultan Mehmet’in akıl hocası Akşemseddin oluyor. Yeni şeyh Göynük’e yerleşiyor ve tarikat faaliyetlerine burada devam ediyor fakat yöntem konusunda anlaşamadığı Ömer Sikkini ile derin tartışmalar yaşıyor. Kendi zikir halkasına katılmayıp birkaç mürid ile birlikte kenarda bekleyen Sikkini’ye “eğer zikir halkasına katılmazsa -liderliğin ve ehil olmanın sembolü olan- hırka ve tacını elinden alacağını” söylüyor. Ömer Sıkkini de hırka ve tacı yakıyor. Hikayeye göre “haydı o zaman bir ateş yakalım ve ortasına oturalım, eğer sen haklıysan biz yanarız tac ve hırka kalır. Ama yok eğer biz kalır onlar yanarsa demek ki tac ve hırkada hiçbir keramet yoktur” diyor ve ateşin içine giriyor. Tac ile hırka yanıyor ve Ömer Sikkini tarikatın ikinci kolunu oluşturuyor. Bu yeni kol melamet tavrını benimseyen, sunni çizgiden ayrılıp ehlibeyt sevgisine atıfta bulunan ve hatta ikinci dönem horasan erenleri olarak anılacak ve bundan sonraki dönemde siyasi baskıya maruz kalacak olan ve zamanla Osmanlı içindeki bir “karşı düşünce” hareketine dönüşecek yahut bu şekilde algılanacak olan oluşumdur.


Devletin baskısında 6 sembol şeyh…

Bayrami Melamilerin bir karşı düşünce ve tehdit olarak algılanması döneminde üç tanesi idam edilen iki tanesi çok ciddi tahkikatlar sonunda serbest kalan ve biri de zindanda ölen yahut öldürülen altı önemli ismi kronolojik bir düzen içinde önce idam edilen üçü sonra da soruşturma geçiren diğer üçü şeklindeki tasnifle inceleyeceğim. İsmail Maşuki, Bosnalı Hamza Bali, Sütçü Beşir Ağa, Hüsameddin Ankaravi, Gazanfer Dede ve Ali İdris’ten oluşan bu altılı vahdet-i vücutçu düşünceleri ve melamet tavrı yüzünden mürid sayılarının artışı ile kazandıkları nüfus ve gücün tehdit olarak algılanmasından ötürü sindirilmeye, yok edilmeye ve bundan sonrakiler için “ibretlik” olmaya mahkum edilmişlerdir. Fakat ne garip çelişkidir ki baskı gördükçe onlara olan ilgi artmış, devletten görüdükleri sistemli zulüm inançlarını pekiştirmiştir. Öyle ki Fener Parkı’nda boğdurulan son Bayrami Melamileri ölürken “sayılmayız parmak ile yok olmayız kırmak ile” diye haykırabilmişleridir.


İsmail Maşuki

Çelebi şeyh yahut “oğlan şeyh” lakaplı Maşuki kentlerde örgütlenen Bayrami Melamilerinden olmasının yanı sıra onu asıl önemli kılan özelliği öldürülen ilk Bayrami-Melami lider olmasıdır. Ebu Suud efendinin de bulunduğu mahkeme heyetinde Kemal Paşazade’nin fetvasıyla “zındıklık ve mülhidlik” suçlamasından ötürü 1528’de Atmeydanı’ndaki Çukurçeşme üzerinde boynu kesilerek idam edilmiştir. İstanbul ve Edirne’de etkili olan şeyhin müridleri arasında üst düzey devlet memurlarının bile oluşunun yarattığı tehdit algısı vahdet-i vücutçu düşünceleri ve özellikle ibadet şekillerinin farklılığı ile birleşince idam olunan ilk oldu ve bundan daha önemlisi bundan sonraki tüm soruşturmalarda “emsal teşkil eden” bir konuma ulaştı. Zira sonraki hiçbir soruşturma Maşuki’nin davası kadar derinlemesine olmamıştır. Hatta idam kararlarında “oğlan şeyh yolunda olduğundan ötürü” yazması söz konusu davadaki sanığın yok edilme kararının son cümlesi oluyordu. Bu arada belirtmek gerekir ki Maşuki’nin, Sunni inancın Hanefi fıkhı terbiyesinde yetişen devlet adamlarını en çok irkilten düşüncesi “raks da hal-i kıyama dahildir” fikridir. Siyasi otoritesini ve kimliğini dini inanç üzerine temellendiren ve kendi tebaası üzerindeki hakimiyetini bu yoldan sağlayan bir iktidar için bu ciddi bir sapmadır ve işte o yüzdendir ki bu kadar şiddetle cezalandırılmıştır. Atmeydanı’nda boynu kesilen sadece Maşuki değil, onun söz ve davranışlarını açıkça savunan 12 mürididir. Ve tabi ki daha sonra farklı yerlerde idam olunan diğer şeyhler ve müridleri…




Bosnalı Hamza Bali…

Kanuni Sultan Süleyman döneminde idam olunan Bosnalı Bali Ağa,Ankaralı Bayrami-Melami Şeyh Hüsameddin Ankaravi’nin öğrencisidir. Bir süre pirinin hizmetinde bulunduktan sonra tarikatı yaymak için Rumeli’ye geri dönmüştür. Cezbe kuvveti yüksek bir insan oluşu, bazı söz ve davranışları ve hepsinden önemlisi yine artan mürid sayısı gerek Bosna’nın ulema takımının gerekse diğer tarikat şeyhlerinin tepkisine yol açmış, bu Hamza Muhalifi grup “bu adam cahildir ve mürid yetiştirmeye ehil değildir; eğer tedbir alınmazsa bu tavırlarıyla fitne ve fesada sebebiyet verir” diyerek kadıya baskı yapmışlar ve kadı da durumu İstanbul’a bildirmiştir. İstanbul’dan gelen müfettişler tahkikat neticesinde şeyhin tutuklanmasına karar vermiş ve Bali Ağa’yı başkente götürmüşlerdir. Dönemin şeyhülislamı Ebu Suud, fetvadan önce bazı tarikat şeyhlerinden Hamza Bali hakkında bilgi alıyor, bu şeyhler ise Bali Ağa’nın dördüncü esmada kaldığını, şeyhliğe ehil olmadığını ve oğlan şeyh yolunda olduğunu belirtiyorlar ve Hamza Bali “Oğlan şeyh zendeka ve ilhada (dinsizlik ve Allahsızlık) binaen idam olunmuştu. Şeyh Hamza da onun gibi zındık ise katli meşrudur” diye verilen fetva ile Süleymaniye’de Deveoğlu Çeşmesi önünde idam ediliyor. Mezarı ise bugün Silivrikapı tarafında, Yenikapı Mevlevihanesi ile Halveti tekkesinin arasındadır. Ölümünden sonra Bayrami-Melamiler “Hamzavi” olarak anılmıştır. Bu yalnız halkın onları anlatırken kullandığı bir tabir değildir. Sonraki Melamiler de Hamza’yı pir olarak kabul ettiğinden kolun adı Hamzaviye olmuştur.

Şeyh Hamza Bali’nin dünya görüşü ve inançları ekseninde şekillenen yaşamı ve tavırları sadece onu tehdit olarak gören ulema ve diğer şeyhler tarafından değil kimi zaman kendi tarikatı içindeki dostları ve hatta piri, hocası Hüsameddin Ankaravi tarafından bile yanlış anlaşılmıştır. Bu durumu en iyi örnekleyen olay aşağıdaki küçük hikayedir:

Şeyh Hüsameddin Ankaravi yeni mescidinin açılışı için Cuma namazını kılmaya hazırlanırken “Bali Ağa hala gelmedi mi” diye sorar. İstanbul’dan gelecek olan Bosnalı Bali hakkında müridlerden biri “henüz gelmedi pirim, fakat rivayetlere göre Bali Ağa ibadetini aksatırmış, kendini de zevke sefaya vermiş, her gün tavuk çorbası yerim diye kıvanır dururmuş” diyerek Ankaravi’yi bilgilendirir. Namazdan az bir süre önce Bali Ağa gelir. İbadetin ardından Şeyh Ankaravi konuşmasında Bali Ağa’ya hitaben “evladım, ibadetini eskisi gibi yapmazmışsın, her gün tavuk çorbası yediğini söyler, övünürmüşsün” diye sitemde bulunur. Bali Ağa ise ibadeti aksattığını kabul ederek “yalnız bir husus var, tavuk çorbası olayı yanlış aksettirilmiş. İstanbul’da her evin önünde köpeklere ve tavuklara verilmek üzere artık yemeklerin ve çorbaların konduğu bir büyük taştan kase bulunur. Ben de tavuklar için konan bu artık çorbalardan yiyerek nefsimi köreltirim pirim” der. Bu anlatılanlar Ankaravi’nin hoşuna gider ve Bali Ağa’ya peygamberin amcasının ismi olan Hamza ismini verir ve bundan böyle Bali Ağa, Bosnalı Hamza Bali olarak anılır.

Buradan anlayacağımız üzere Melamiler aslında bir yandan da Ortodoks islamın öngördüğü Cuma namazı gibi ibadetleri de yerine getiriyordu. Hatta Bosnalı Hamza Bali’nin “ibadeti aksatması”ndan kasıt muhtemelen bu tür ibadetlerdi ve aslında şeyh Hamza “köktenci bir melamet” tavrındaydı. Bu tavrının Bosna’ya gittiğinde merkezi otoriteden uzaklaşmasının verdiği rahatlıkla daha da açığa çıkmış olacağını tahmin etmek pek de zor değildir. Ve yöre ulemasının hoşuna gitmeyen “bazı hal ve davranışlar” ile ima edilen şey de sanırım bu yaşayış biçimi ve marjinal dünya görüşü ile ibadet şeklidir.

Sütçü Beşir Ağa…

1662 yılında 90 yaşını geçkinken idam edilerek öldürülen son Melami şeyhidir. Bundan sonra Hamzaviler (Melamiler) kendilerini gizleyerek yaşayışlarını sürdürmüşleridir. Çünkü şeyhleri öldürüldükten sonra yandaşları çok ciddi bir tepki gösterip, devlete deyim yerindeyse bir rest çekerek gemilerini yaktılar: “Ya şeyhimizi zulmen öldürdüğünüzü halka itiraf edin yahut bizi de idam edin” diyorlar ve bunun sonucunda 40 Hamzavi dervişi daha Fener’de boğularak öldürülüyor. Sayılmayız parmak ile yok olmayız kırmak ile beyiti de bu son idamlara atfen ortaya çıkıyor. Olaylar öyle yankı uyandırıyor ki sadece Hamzaviler değil bazı ulema ve devlet görevlileri de yapılanı zulüm olarak görüp kararı verenler üzerinde baskı oluşturuyor bunun sonucunda Veziriazam Köprülü Ahmet Paşa bu tepkiyi bastırmak adına suçu şeyhülislama yıkarak fetvayı veren Sunizade’nin yerine Yahya Efendiyi atıyor.


İki Sorgu Artı Bir Muamma Eşittir Üç Baskı Daha…

1557 yılında Ankara kalesinde bir ölüm daha görüyoruz. Ama bu sefer ecel söz konusu. Tabi bu ecelin devlet kontrolünde olduğu şüphesi de hiç yabana atılmayacak derecede. Ölen kişi kola ismini veren Hamza Bali’nin piri Hüsameddin Ankaravi. Hakkında kovuşturma açılıp tutuklandıktan sonra (Zal Paşa’nın adamlarından birisinin bir at nedeniyle garaz bağlayıp aslı esası olmayan yalanlar söylemesi üzerine ) zindanda ölümü bir muamma olan şeyhin aslında öldürüldüğünü 1568 tarihli şu fermandan anlamak mümkündür.

“Maslup (asılmış olan) Şeyh Hüsam’a ait metrukatın yazılmasına dair Ankara Beğine ve Seferihisar Kadısına hüküm ki bundan önce asılmış olan Şeyh Hüsam’ın ne miktarda m metrukatı (mirası) varsa deftere yazılmasını emir buyurdum”

Bu dönemde Ankara’da asılan başka şeyh yoktur ve bu fermanda Hüsam olarak anılan şahsın Şeyh Hüsameddin olduğunu söylemek mümkündür. O zaman 3 resmi idama bir de gayrı resmi idam ekleniyor.

Tüm bunların yanı sıra 1548 yılında Kanuni ile beraber katıldığı bir doğu seferi kafilesinin Ankara’da duraklaması sırasında Şeyh Hüsam Efendi ile tanışan ve onun müridi olarak bölgede kalıp şeyhinin ölümünün ardından İstanbul’a gelişinin ardından Bayramiye tarikatına 60 yıl şeyhlik eden “bulunsun ve mutlak hakkından gelinsin” diye padişah emrine rağmen gizlenmeyi başaran ve 1615 yılında ölen Ali İdris ile Ebu Suud döneminde bir kez İstanbul’a getirilip soruşturmadan geçirilmiş ve önce “oğlan şeyh yolundadır dedikleri gerçek ise bu adamda hayır yoktur” denen fakat daha sonra iki üç meclis daha uzatılan soruşturma sonucu asla yoruma olanak bırakmayacak önlemleri aldıktan sonra “eğer adı geçen kişi, bir kötülüğe ve kargaşaya neden olmamışsa bırakılması yasal bir işlem olur” denen Gazanfer Dede, Bayrami Tarikatının seyrinde diğer iki önemli liderdir. Ali İdris olayı melamet tavrının gizliliğinin ötesinde üzerindeki baskı nedeniyle Bayramilerin nasıl bir hayat ve faaliyet gösterdiğinin, Gazanfer Dede olayı ise bir Bayrami şeyhinin asılmasında asıl önemli olgunun “etki gücü ve nüfus” olduğunun örnekleridir.


Sonuç yerine…

“Bu dönem Osmanlı başkentinde ve ülkede gerici akımların iyice güç kazandığı, hatta çığırından çıktığı bir dönemdir. Fakat devlet yönetimi gözünü daha çok Melamiler gibi muhalif kesimlere dikmiştir. Daha önce belirtildiği üzere ehl-i sünnet anlayışı içindeki, işi silaha sarılmaya dek vardıran gerici akımlar genellikle görmezden gelinmiş, ancak iş yönetimi tehdit eder hale gelince harekete geçilmiştir. Halbuki Melamilerde bir ayaklanma gündeme gelmemiştir. Fakat dünya görüşlerinin farklılığı Osmanlı yönetimini önce bu kesimi ezmeye yöneltmiştir. Gerici akımların kol gezdiği, çoğunluğunun birer hafiye gibi çalıştığı bir ortamda Melamiler kendilerini oldukça gizleyerek çalıştılar. Yine de çok yandaş kazandılar. Fakat Beşir Ağa ve 40 kadar yoldaşının öldürülmesi halkın gözünü çok korkuttu. Melamiler daha da gizlendiler. Birbirleriyle bağlantıları koptu. Halkın içinde görüş açıklamaktan, konuşmaktan kaçındıklarından yandaş edinmeleri de ortadan kalktı. Bu durum, bu akımın dinamik özünü yok etti ve onu zayıflattı. Bu dinamik özün, bundan sonraki şeyhlik postuna oturan Hamzavi önderlerince özellikle hadımlaştırılması, bu yolun giderek çökmesine neden oldu.

Hamzaviler de susturulunca 18.yüzyılın başından itibaren Osmanlı ülkesinde ilerici bir akım görmek olanaksızlaştı. Tepkiler, resmi düşüncenin en geri biçimiyle ve resmi düzlemde, kişilere yönelik olarak dile getirilir oldu. Başkentteki hareketler, isyan da dahil, yönetime karşı değil, yönetimi onarmaya yönelik hareketlerdi artık… ”

Şans Oyunları Üzerine

İktisadi gelişme dersinde kapitalist ekonomik sistem üzerine tartışırken bir cümle dikkatimden kaçmadı. Bir insan eğer şans oyunları oynamak için bir bilet alıyorsa işte o an sisteme entegre olmuş demektir. İlginç ve bir o kadar da dikkat çekici bir analiz.

Eşitlik ve özgürlük anlayışı bakımından sakat doğan bu sistem bireyler arasındaki ekonomik uçurumun açılmaya mahkum olduğu günahkar yapısını birçok şekilde tolare etmekte: sosyal haklar, sadaka kültürü, şans oyunları, vs. Bu saydıklarımızdan ilki uzun mücadeleler sonunda kazanılmış ve hala kazanılmaya devam eden, yahut eldekilerin de kaybedildiği hareketli bir alandır. Sosyal devlet anlayışı çoğu siyaset bilimciye göre kapitalizmin emniyet sübabı olmuştur. Sosyalist iktisat anlayışını benimsemeden de kapitalizmin içinde insanı düşünen manevralar yapmanın mümkün olduğunu kanıtlaması demek, kapitalistleri kurtarırken komünistleri sinirlendirmesi ve kendine düşman hale getirmesi demektir. Öyle ki bugün komünizm savunucularının neredeyse hepsi kapitalistlerden daha çok sosyal demokratlardan tiksinmektedir. Çünkü komünizme giden "mutlak sömürü" hali tıkanmış, halkın isyanına giden yola bir set çekilmiş, durum; bir çıta aşağıya çekilip sarı alarm seviyesinde tutulmuş, devrimin yolu kesilmiştir. Hal böyleyken iktidarlar da kar maksimizasyonu ile hareket etmeye başlamıştır. Doyan daha da doymuş, aç kalan bir deri bir kemik kalmıştır. Açlığı ile siyasi bilinci doğru orantılı olmayan insan, günlük kaygısı "karnını doyurmak" olunca zaten düşük olan gündem takibi yahut siyaset analizi, parti tercihi gibi şeylerden tamamen uzaklaşmıştır. Bu durumdaki aç insana doldurduğu kesesinden küçücük bir kırıntı atan iktidar ise aç adamın gözünde bir kurtarıcı bir "kral" hatta ve hatta "tanrı" haline gelmiştir. İşte sadaka kültürü ve bu durumun paradoksal olmasının yarattığı çaresizlik durumu, hele ki bu kültürün toplumun tümüne yayılmış olması (üniversite mezunu bir genç için siyasi iktidara yakın yerlerden bulduğu torpil sayesinde verilen küçük bir iş, onun için sadaka sayılır ve o da iktidara karşı minnet duymaya başlar) çaresizliği kat be kat arttırmıştır. Çoğunluğun elinde az aş, azınlığın elinde tüm tencereler varken ikinci bir ilaç da şans oyunları olmuştur. Sistemde altta kalan çoğunluğun içindeki bireyler gerek medya, gerekse sistemin diğer aygıtları tarafından azınlığın yaşadığı lüks hayata özendirilmektedir. Bu umut ve bir gün öyle olabileceği hayali tüm alt sınıfı dolaylı da olsa sisteme entegre eder. Azıcık aşlarından bir kısmıyla "şans oyunu" oynarlar. Ellerinde 10 varsa bunun 1 ini ortaya koyarlar. Şans oyunu havuzunda bu 1 lerin toplamından oluşan 1.000.000.000 vardır ve büyük ödül sadece 1.000.000 olduğu haldeyken bile bunu 1 koyup kazanacak küçük adam için rakam oldukça tatmin edicidir. Hepinizin elinden aldıkları 1 lerden biriktirip 1 kişiye hepsini veriyorlar dersek yalan olur. Çünkü geriye kalan 999.000.000 yine sistemnin kumandanlarına kalır. Rakam biraz abartılı olabilir ama bunu sadece durumu daha çarpıcı hale getirmek adına yaptığımı söylemeye sanırım gerek yoktur.

Şimdi yazımı burda bitirmeliyim, çünkü bahis oynadım ve maçlar başladı. Dün kaçırdığım 300 lirayı bugün telafi edebilirim sanırım.

-10 Ağustos 2009-

Başlarken

Bana bir kalem bir de kağıt verin… Beni nerede tuttuğunuz, nereye göndermek istediğiniz değil önemli olan. Nasıl olsa aynı cehennem değil mi küreselleşen dünya? Şimdi olduğu gibi deniz kıyısında oturmasam ne fark eder bu yazıyı yazarken. Ben yaşadığımı görürüm, parmaklarım klavyedeyken bilgisayar başında...

Romantik bir yazıya kaymasın bu, objektif olmak gerek. Fakat nasıl sağlanır ki objektiflik, kendini hayattan soyutlamadan? Herkes hayata tarafsız bakabilir şayet bir bebeğin gözlerindeyse zihni. Gördükçe öğrenir, öğrendikçe büyür. Sübjektiftir gözlemler ve düşünceler; ve düşünebildiğin, söyleyebildiğin kadar subjesindir hayatta, milyonlarca objenin arasında...

Şimdi uyanın ve bana bir kalem, bir de kağıt verin…